12 Eylül İhtilalinden öncesine muhtelif isimler verebilirsiniz. Bence en yakışanı, “kara günler” olsa gerek. Gerçekten o günlerde Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Sabahtan evinden çıkanın akşam eve sağ salim dönme garantisi yoktu. Asayiş yerinde olmadığından hiçbir müessese sağlıklı çalışmıyordu. İşçiler daima grevde, fabrikalar üretim yapamıyor, enflasyon % 100’ün üstünde seyrediyordu. 115 turda bile Cumhurbaşkanı seçilemedi, meclis defaatle toplanıp geri dağılıyordu. Bu kadar zor badirelerden geçen devleti idare etmek için meclis çoğunluğu olan bir hükümet kurulamıyor, memleketi Demirel’in azınlık hükümeti idare ediyordu.
O günlerde Türkiye’nin ahvalini bir gazeteye yazdığım yazıyla şöyle tasvir ediyordum: “Ben bir küçük kasabada oturuyorum. Kasaba halkı bu anarşi yüzünden dörde ayrıldı. Bizim kasabanın bir camisi var, kasabaya yeterli gelmese de hiç yoktan iyidir. Dindar kesimin ihtiyacını karşılıyordu. İşte o dörde ayrılan gruptan en azılısı olan ‘sol cephe’ bir türlü caminin varlığına tahammül edemiyordu. ‘Bu devirde camiye ne gerek var? Bu gericiliktir, orta çağ zihniyetidir. Bizim cami ile minare ile işimiz olmaz, bizim sistemimizde Allah inancına yer yoktur. Biz camiyi yıkıp ateist (dinsiz) bir rejim kuracağız.’ diye bağırıyor ve dediklerini yapmak için de ellerinden geleni yapıyorlardı.”
12 Eylül İhtilalinden öncesine muhtelif isimler verebilirsiniz. Bence en yakışanı, “kara günler” olsa gerek. Gerçekten o günlerde Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu. Sabahtan evinden çıkanın akşam eve sağ salim dönme garantisi yoktu. Asayiş yerinde olmadığından hiçbir müessese sağlıklı çalışmıyordu. İşçiler daima grevde, fabrikalar üretim yapamıyor, enflasyon % 100’ün üstünde seyrediyordu. 115 turda bile Cumhurbaşkanı seçilemedi, meclis defaatle toplanıp geri dağılıyordu. Bu kadar zor badirelerden geçen devleti idare etmek için meclis çoğunluğu olan bir hükümet kurulamıyor, memleketi Demirel’in azınlık hükümeti idare ediyordu.
O günlerde Türkiye’nin ahvalini bir gazeteye yazdığım yazıyla şöyle tasvir ediyordum: “Ben bir küçük kasabada oturuyorum. Kasaba halkı bu anarşi yüzünden dörde ayrıldı. Bizim kasabanın bir camisi var, kasabaya yeterli gelmese de hiç yoktan iyidir. Dindar kesimin ihtiyacını karşılıyordu. İşte o dörde ayrılan gruptan en azılısı olan ‘sol cephe’ bir türlü caminin varlığına tahammül edemiyordu. ‘Bu devirde camiye ne gerek var? Bu gericiliktir, orta çağ zihniyetidir. Bizim cami ile minare ile işimiz olmaz, bizim sistemimizde Allah inancına yer yoktur. Biz camiyi yıkıp ateist (dinsiz) bir rejim kuracağız.’ diye bağırıyor ve dediklerini yapmak için de ellerinden geleni yapıyorlardı.”