“Ermeniyseniz Hıristiyan(mı)sınız!”
“Dört yön sekiz iklim”de de nefes alamamak nasıl bir şeydir, bilir misiniz?
Her yönden kırılmış kanatlarla, Simurg’u bulmak için onlarca dipsiz uçurumun üstünden uçmaya kalkışmak ne demektir peki?
“Her kuş kendi tayfasıyla gezer” diyenin, kendi tayfasına da alınmaması nasıl bir duygudur?
“Biz konuşan dilsiz, gören körüz” cümlesi ne anlama gelir, bilir misiniz?
Öznesi olduğun bir coğrafyada bu kadar tokat yemek neyin nesidir?
Bir çocuğun, “Mama, mama atma beni suya! Atma beni suya!” diye çırpınışına hiç tanık oldunuz mu?
Can havliyle evde beşiğinde bıraktığı çocuğu için, “şimdi gaz döküp yakarlar, yazıktır, günahtır. Al seninle ölsün” cümlesi hangi literatüre sığar?
Kiminin “gâvur”, kiminin “dola Hermeni” (Ermeni dölü) dediği bu insanlar, Ermeni mezarlığında niçin Kuran okur, kilisede neden “ya Hızır, ya Düzgün Bava” diye dua eder?
Yıllarca malı çalınan, tarlası tapanı yakılan, köyün çocukları tarafından bile sürekli dövülen bir babanın, ailesine kötülük gelmesin diye hep iyilik yapması, hep vermesi ve her defasında kan revan içinde büzüştüğü yerde sadece ağlaması nasıl bir şeydir?
Demirci dükkânının yanındaki gülleri bile küstürenler kimdir?...
Uzak diyarlarda, “Dersim’in ismini duyduğumda yüreğim yanar... Memleketim, vatanım orası” diyen kim?...
“Biz İsa’ya tabiyiz, ama Ali’ye de mecburi” cümlesini kuran nasıl bir arka plandır?
Dedim ya; “dört yön, sekiz iklim”de nefessiz bırakılmış öyle bir insan topluluğu düşünün ki, son noktayı, “o kadar ki, çilemiz bize kaldı” diye mütevekkil koyuyor.
Uzun sözün kısası; devletin, yerel mütegallibenin, kilisenin ve diasporanın ayrı ayrı vurduğu bu “kuyruklu Ermeniler”in kuşaklar boyu acının imbiğinden geçirdiği kırılgan hikâyesinin üzerine cesaretle giden duyarlı ve açıkyürekli bir kitaptır elinizdeki...
“Ermeniyseniz Hıristiyan(mı)sınız!”
“Dört yön sekiz iklim”de de nefes alamamak nasıl bir şeydir, bilir misiniz?
Her yönden kırılmış kanatlarla, Simurg’u bulmak için onlarca dipsiz uçurumun üstünden uçmaya kalkışmak ne demektir peki?
“Her kuş kendi tayfasıyla gezer” diyenin, kendi tayfasına da alınmaması nasıl bir duygudur?
“Biz konuşan dilsiz, gören körüz” cümlesi ne anlama gelir, bilir misiniz?
Öznesi olduğun bir coğrafyada bu kadar tokat yemek neyin nesidir?
Bir çocuğun, “Mama, mama atma beni suya! Atma beni suya!” diye çırpınışına hiç tanık oldunuz mu?
Can havliyle evde beşiğinde bıraktığı çocuğu için, “şimdi gaz döküp yakarlar, yazıktır, günahtır. Al seninle ölsün” cümlesi hangi literatüre sığar?
Kiminin “gâvur”, kiminin “dola Hermeni” (Ermeni dölü) dediği bu insanlar, Ermeni mezarlığında niçin Kuran okur, kilisede neden “ya Hızır, ya Düzgün Bava” diye dua eder?
Yıllarca malı çalınan, tarlası tapanı yakılan, köyün çocukları tarafından bile sürekli dövülen bir babanın, ailesine kötülük gelmesin diye hep iyilik yapması, hep vermesi ve her defasında kan revan içinde büzüştüğü yerde sadece ağlaması nasıl bir şeydir?
Demirci dükkânının yanındaki gülleri bile küstürenler kimdir?...
Uzak diyarlarda, “Dersim’in ismini duyduğumda yüreğim yanar... Memleketim, vatanım orası” diyen kim?...
“Biz İsa’ya tabiyiz, ama Ali’ye de mecburi” cümlesini kuran nasıl bir arka plandır?
Dedim ya; “dört yön, sekiz iklim”de nefessiz bırakılmış öyle bir insan topluluğu düşünün ki, son noktayı, “o kadar ki, çilemiz bize kaldı” diye mütevekkil koyuyor.
Uzun sözün kısası; devletin, yerel mütegallibenin, kilisenin ve diasporanın ayrı ayrı vurduğu bu “kuyruklu Ermeniler”in kuşaklar boyu acının imbiğinden geçirdiği kırılgan hikâyesinin üzerine cesaretle giden duyarlı ve açıkyürekli bir kitaptır elinizdeki...