Mehmet Özdoğan
Nasıl ki besin üretimini, yerleşik yaşamı, çiftçiliği ortaya çıkararak günümüz uygarlığının temellerini oluşturan Neolitik Çağ, uygarlık tarihi açısından devrim niteliğinde değişimlere yol açmışsa, bunu izleyen kent ve kentsel yaşamın ortaya çıkışı da getirdiği sonuçlar bakımından büyük bir öneme sahiptir. Bu sürecin, yani “Mezopotamya kent modeli”nin gelişiminin, devletin ve bunu izleyen imparatorlukların oluşumunda ne denli önemli olduğu, özellikle Yakındoğu coğrafyasının belirli kesimlerinde yaklaşık 100 yıldır ayrıntılı olarak incelenmiş ve tartışılmıştır. Mezopotamya kent modeli; kalabalık işçi nüfusu, yerleşim içinin sınıfsal ve işlevsel tanımlı alanlara ayrılması, katmanlaşmış bir toplumsal dokuyu yansıtmasıyla daha önceki tarımcı köylerden kolaylıkla ayrılmaktadır. Buna karşılık Mezopotamya’nın ünlü Ur, Uruk gibi kilometrekarelik alanlara yayılan ünlü kentlerinin Anadolu’daki Troya gibi çağdaşları, tümüyle farklı bir yapılanmayı yansıtmaktadır. Özellikle Batı Anadolu, Ege ve Balkan coğrafyasında kazıyla tanıdığımız, İlk Tunç Çağı’na ait kent olarak tanımlanan 100’ün üzerinde yerleşimin, Mezopotamya’daki yerleşim modeliyle hemen hemen bilinen hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır. Her şeyden önce Batı Anadolu, Ege dünyasının kentleri, çapı 100 m’yi ancak bulan, kalabalık nüfusları, işlik yerlerini ve büyük depo alanlarını barındırmayan, Suriye-Mezopotamya kentleriyle karşılaştırılamayacak kadar küçük ve mütevazi görünümü olan yerleşim yerleridir. Buna karşılık yine de Anadolu İlk Tunç Çağı yerleşimleri önceki Neolitik ve Kalkolitik Çağ yerleşimlerinden olan farklılıklarıyla öne çıkmıştır. Burada özellikle örneğin Çatalhöyük ve Aşıklı Höyük gibi bazı Neolitik yerleşimlerin, Troia, Demircihöyük, Thermi ya da Poliochni gibi İlk Tunç Çağı merkezlerinden çok daha kalabalık bir nüfusu barındırdığı, daha geniş bir alanı kapladıkları göz ardı edilmemelidir. Anadolu-Ege kentleri barındırdıkları kalabalık nüfusla değil, çevreleyen sur sistemi, anıtsal giriş kapıları ve bölgelerinin maden buluntu zenginliği ve ticaretiyle önplana çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığından Anadolu-Ege kentleri tümüyle Suriye-Mezopotamya modelinden farklı “Anadolu kent modeli” olarak tanımlayabileceğimiz özgün bir yapılanmayı yansıtmaktadır. Arkeolojik düşünce sistemimize hâkim olan Mezopotamya odaklı bakış açısının etkisiyle Anadolu kent modeli şimdiye kadar göz ardı edilmiş, hemen hemen ayrıltılı olarak hiç tanımlanmamış ve genellikle “Anadolu kentleri küçüktür.” yaklaşımıyla göz ardı edilmiştir. Bu nedenle Sayın Nihan Naiboğlu’nun bu özgün çalışmasının, yalnızca Anadolu kent modelinin ayrıntılandırılarak Mezopotamya kent modelinden farklılığının ortaya konması açısından değil, Batı Anadolu, Ege dünyasında ortaya çıkan bu yapılanmanın Balkan Yarımadası’na yaptığı etkinin ortaya konması açısından da yadsınmaz bir önemi vardır. Bu çalışmanın, ileride daha da geliştirilerek, Anadolu kent modelinin Orta Tunç Çağı kültürlerinin ve özellikle yerleşimlerinin oluşumundaki belirleyici rolünün ele alınmasını sağlayacağını umarız.
Nasıl ki besin üretimini, yerleşik yaşamı, çiftçiliği ortaya çıkararak günümüz uygarlığının temellerini oluşturan Neolitik Çağ, uygarlık tarihi açısından devrim niteliğinde değişimlere yol açmışsa, bunu izleyen kent ve kentsel yaşamın ortaya çıkışı da getirdiği sonuçlar bakımından büyük bir öneme sahiptir. Bu sürecin, yani “Mezopotamya kent modeli”nin gelişiminin, devletin ve bunu izleyen imparatorlukların oluşumunda ne denli önemli olduğu, özellikle Yakındoğu coğrafyasının belirli kesimlerinde yaklaşık 100 yıldır ayrıntılı olarak incelenmiş ve tartışılmıştır. Mezopotamya kent modeli; kalabalık işçi nüfusu, yerleşim içinin sınıfsal ve işlevsel tanımlı alanlara ayrılması, katmanlaşmış bir toplumsal dokuyu yansıtmasıyla daha önceki tarımcı köylerden kolaylıkla ayrılmaktadır. Buna karşılık Mezopotamya’nın ünlü Ur, Uruk gibi kilometrekarelik alanlara yayılan ünlü kentlerinin Anadolu’daki Troya gibi çağdaşları, tümüyle farklı bir yapılanmayı yansıtmaktadır. Özellikle Batı Anadolu, Ege ve Balkan coğrafyasında kazıyla tanıdığımız, İlk Tunç Çağı’na ait kent olarak tanımlanan 100’ün üzerinde yerleşimin, Mezopotamya’daki yerleşim modeliyle hemen hemen bilinen hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır. Her şeyden önce Batı Anadolu, Ege dünyasının kentleri, çapı 100 m’yi ancak bulan, kalabalık nüfusları, işlik yerlerini ve büyük depo alanlarını barındırmayan, Suriye-Mezopotamya kentleriyle karşılaştırılamayacak kadar küçük ve mütevazi görünümü olan yerleşim yerleridir. Buna karşılık yine de Anadolu İlk Tunç Çağı yerleşimleri önceki Neolitik ve Kalkolitik Çağ yerleşimlerinden olan farklılıklarıyla öne çıkmıştır. Burada özellikle örneğin Çatalhöyük ve Aşıklı Höyük gibi bazı Neolitik yerleşimlerin, Troia, Demircihöyük, Thermi ya da Poliochni gibi İlk Tunç Çağı merkezlerinden çok daha kalabalık bir nüfusu barındırdığı, daha geniş bir alanı kapladıkları göz ardı edilmemelidir. Anadolu-Ege kentleri barındırdıkları kalabalık nüfusla değil, çevreleyen sur sistemi, anıtsal giriş kapıları ve bölgelerinin maden buluntu zenginliği ve ticaretiyle önplana çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığından Anadolu-Ege kentleri tümüyle Suriye-Mezopotamya modelinden farklı “Anadolu kent modeli” olarak tanımlayabileceğimiz özgün bir yapılanmayı yansıtmaktadır. Arkeolojik düşünce sistemimize hâkim olan Mezopotamya odaklı bakış açısının etkisiyle Anadolu kent modeli şimdiye kadar göz ardı edilmiş, hemen hemen ayrıltılı olarak hiç tanımlanmamış ve genellikle “Anadolu kentleri küçüktür.” yaklaşımıyla göz ardı edilmiştir. Bu nedenle Sayın Nihan Naiboğlu’nun bu özgün çalışmasının, yalnızca Anadolu kent modelinin ayrıntılandırılarak Mezopotamya kent modelinden farklılığının ortaya konması açısından değil, Batı Anadolu, Ege dünyasında ortaya çıkan bu yapılanmanın Balkan Yarımadası’na yaptığı etkinin ortaya konması açısından da yadsınmaz bir önemi vardır. Bu çalışmanın, ileride daha da geliştirilerek, Anadolu kent modelinin Orta Tunç Çağı kültürlerinin ve özellikle yerleşimlerinin oluşumundaki belirleyici rolünün ele alınmasını sağlayacağını umarız.
Mehmet Özdoğan