Günümüz dünyasında her ne kadar emeğin özne konumu ve tarihsel rolü aşınmış görünse de, hem küresel düzeydeki hem de Türkiye’deki kapitalist büyüme hâlâ büyük oranda insan ve insan olmayan emeğin sömürüsüne dayanıyor. Bu nedenle, emeğin örgütlenme kapasitesinin geliştirilmesi önemini koruyan bir mesele. Klasik iktisadın kavramlarıyla konuşacak olursak en az emek kadar elzem bir diğer “üretim faktörü” ise doğal kaynaklar. Doğal kaynakların sonsuz olmadığı bilgisi yeni değil. Ancak son birkaç on yıldır yaşanan büyük ekolojik felaketlerle birlikte yalnızca yakın gelecekteki üretim süreçlerinin değil yaşamın kendisinin imkânsız hale gelebileceği artık çok daha fazla dile getiriliyor. Kontrolsüz gezegensel kapitalist genişleme, emeği ve doğayı sermayenin boyunduruğu altına daha önce görülmemiş ölçüde sokarken, emeğin çıkarları ile ekolojik öncelikleri birbirine zıt doğrultularda yürüyen iki ayrı toplumsal talepmiş gibi gösteren bir illüzyon yaratmaktan da geri durmuyor. Öyle ki ekstraktivizm temelli pek çok kamusal ya da özel yatırım bilhassa azgelişmiş illerde ya da bölgelerde istihdam yaratma potansiyeli hatırına yerel halk nezdinde hızlıca meşrulaşabiliyor. Veyahut yoksulluğun giderek derinleştiği günümüzde gönüllülerin hayvanları beslemeye ya da tedavi ettirmeye dönük girişimleri, insanların açlığı ve yoksulluğu hatırlatılarak eleştirilebiliyor. Her iki örnekte de insanın doğayla ya da doğadaki insan olmayan varlıklarla kıyaslandığını görüyoruz; insanın ve doğanın çıkarları, birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler barındırıyormuş gibi bir retoriğin sıklıkla kurulduğunu fark ediyoruz. Oysa gerçeklik böyle değil.
Aslı Odman (2021), Cemil Aksu (2022; 2024), Zeynel Gül (2022) gibi isimlerin Polen Ekoloji Hareketi bünyesinde kaleme aldığı ve yayımladığı metinler ile yine bu platformda dolaşıma sokulan bazı çeviri makaleler sayesinde tartışılmaya başlanan “emekoloji” kavramı, tam da yukarıda bahsettiğimiz illüzyonu deşifre etmenin, yeni ve bütünlüklü bir mücadele hattı kurmanın yollarını arıyor. Emekoloji, üretim etkinliklerinin işçinin bedeninde ve ruhunda açtığı yaralar ile doğada yarattığı yıkım arasında paralellik kurar. Buna göre işçinin bedeni ve ruh sağlığı tıpkı doğa gibi ani veya yavaş bir şiddete maruz kalır; iş cinayetine kurban gitmediği koşullarda dahi günden güne yıpranır ve kaybolur. Diğer bir deyişle sermayenin doğada yarattığı tahribat doğadan ibaret değildir; tesis edilen şey emekçinin ekolojik yıkımını da içeren çok daha karmaşık ve katmanlı bir sömürü düzenidir.
Günümüz dünyasında her ne kadar emeğin özne konumu ve tarihsel rolü aşınmış görünse de, hem küresel düzeydeki hem de Türkiye’deki kapitalist büyüme hâlâ büyük oranda insan ve insan olmayan emeğin sömürüsüne dayanıyor. Bu nedenle, emeğin örgütlenme kapasitesinin geliştirilmesi önemini koruyan bir mesele. Klasik iktisadın kavramlarıyla konuşacak olursak en az emek kadar elzem bir diğer “üretim faktörü” ise doğal kaynaklar. Doğal kaynakların sonsuz olmadığı bilgisi yeni değil. Ancak son birkaç on yıldır yaşanan büyük ekolojik felaketlerle birlikte yalnızca yakın gelecekteki üretim süreçlerinin değil yaşamın kendisinin imkânsız hale gelebileceği artık çok daha fazla dile getiriliyor. Kontrolsüz gezegensel kapitalist genişleme, emeği ve doğayı sermayenin boyunduruğu altına daha önce görülmemiş ölçüde sokarken, emeğin çıkarları ile ekolojik öncelikleri birbirine zıt doğrultularda yürüyen iki ayrı toplumsal talepmiş gibi gösteren bir illüzyon yaratmaktan da geri durmuyor. Öyle ki ekstraktivizm temelli pek çok kamusal ya da özel yatırım bilhassa azgelişmiş illerde ya da bölgelerde istihdam yaratma potansiyeli hatırına yerel halk nezdinde hızlıca meşrulaşabiliyor. Veyahut yoksulluğun giderek derinleştiği günümüzde gönüllülerin hayvanları beslemeye ya da tedavi ettirmeye dönük girişimleri, insanların açlığı ve yoksulluğu hatırlatılarak eleştirilebiliyor. Her iki örnekte de insanın doğayla ya da doğadaki insan olmayan varlıklarla kıyaslandığını görüyoruz; insanın ve doğanın çıkarları, birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler barındırıyormuş gibi bir retoriğin sıklıkla kurulduğunu fark ediyoruz. Oysa gerçeklik böyle değil.
Aslı Odman (2021), Cemil Aksu (2022; 2024), Zeynel Gül (2022) gibi isimlerin Polen Ekoloji Hareketi bünyesinde kaleme aldığı ve yayımladığı metinler ile yine bu platformda dolaşıma sokulan bazı çeviri makaleler sayesinde tartışılmaya başlanan “emekoloji” kavramı, tam da yukarıda bahsettiğimiz illüzyonu deşifre etmenin, yeni ve bütünlüklü bir mücadele hattı kurmanın yollarını arıyor. Emekoloji, üretim etkinliklerinin işçinin bedeninde ve ruhunda açtığı yaralar ile doğada yarattığı yıkım arasında paralellik kurar. Buna göre işçinin bedeni ve ruh sağlığı tıpkı doğa gibi ani veya yavaş bir şiddete maruz kalır; iş cinayetine kurban gitmediği koşullarda dahi günden güne yıpranır ve kaybolur. Diğer bir deyişle sermayenin doğada yarattığı tahribat doğadan ibaret değildir; tesis edilen şey emekçinin ekolojik yıkımını da içeren çok daha karmaşık ve katmanlı bir sömürü düzenidir.