Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yeşil önce kırmızıya sonra turuncu ve ardından sarıya döndü. En sonunda gri çıplak dallar kaldı geride. Saatlerce değil mevsimlerce yürüyorum sanki. Ne sıcağı ne soğuğu hissediyorum. Yorgun değilim. Aç değilim. Uykum yok. Nereye gittiğime dair en ufak bir fikrim yok. Hayatın boş bir resim defteri olduğunu söyleyenlere hak verdiğim için kızıyorum kendime ama onaylamadan duramıyorum. Kalemleri elinden alınmış çocuk gibi değil kalem nedir hiç bilmeyen bir çocuk gibiyim; ne heyecanlı ne üzgün. Telaşsız adımlarımın beni götürdüğü yerin benim son durağım olduğunu da bilmiyorum. Çünkü son durak ne demek sadece siz insanlar biliyorsunuz. Ben sadece yaşıyorum. Gitmeyi biliyorum ama durduğumu ancak durunca anlayacağım. Sahibi çoktan kalkıp geride sadece iki damla terini bırakmış yataklar gibi mahzun dere yataklarının üstündeki tahta köprüden, saman balyalarının küp şekerler gibi üst üste dizildiği tarlalardan, kanatlı demir kuşların kulakları sağır eden gürültüsüyle havalandığı düzlüklerin kenarından, yalın ayak çocukların beni görmezden gelen Karabaş'ın ağzından kocaman bir somunu kapma yarışı yaptığı mahallelerden, topukları ile kaldırımları döven kadınların, ayakkabıları aynayı kıskandıran parlaklıktaki erkeklerin girip çıktıkça kapıdaki zili titreştirdikleri kahve kokulu dükkanların olduğu sokaklardan, ne önüme ne ardıma bakarak, ritmik, tekdüze adımlarla geçiyorum…
Başak sarısı tüylerini ve koca göbeğini okşamama izin vererek ruhumu tamir eden zeytin gözlü, dört ayaklı oğlumun nezdinde tüm bilge kedilere ve ismini ezberlemek zorunda olduğu en büyük bilgenin kendi içinde yaşadığını fark edenlere…
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yeşil önce kırmızıya sonra turuncu ve ardından sarıya döndü. En sonunda gri çıplak dallar kaldı geride. Saatlerce değil mevsimlerce yürüyorum sanki. Ne sıcağı ne soğuğu hissediyorum. Yorgun değilim. Aç değilim. Uykum yok. Nereye gittiğime dair en ufak bir fikrim yok. Hayatın boş bir resim defteri olduğunu söyleyenlere hak verdiğim için kızıyorum kendime ama onaylamadan duramıyorum. Kalemleri elinden alınmış çocuk gibi değil kalem nedir hiç bilmeyen bir çocuk gibiyim; ne heyecanlı ne üzgün. Telaşsız adımlarımın beni götürdüğü yerin benim son durağım olduğunu da bilmiyorum. Çünkü son durak ne demek sadece siz insanlar biliyorsunuz. Ben sadece yaşıyorum. Gitmeyi biliyorum ama durduğumu ancak durunca anlayacağım. Sahibi çoktan kalkıp geride sadece iki damla terini bırakmış yataklar gibi mahzun dere yataklarının üstündeki tahta köprüden, saman balyalarının küp şekerler gibi üst üste dizildiği tarlalardan, kanatlı demir kuşların kulakları sağır eden gürültüsüyle havalandığı düzlüklerin kenarından, yalın ayak çocukların beni görmezden gelen Karabaş'ın ağzından kocaman bir somunu kapma yarışı yaptığı mahallelerden, topukları ile kaldırımları döven kadınların, ayakkabıları aynayı kıskandıran parlaklıktaki erkeklerin girip çıktıkça kapıdaki zili titreştirdikleri kahve kokulu dükkanların olduğu sokaklardan, ne önüme ne ardıma bakarak, ritmik, tekdüze adımlarla geçiyorum…
Başak sarısı tüylerini ve koca göbeğini okşamama izin vererek ruhumu tamir eden zeytin gözlü, dört ayaklı oğlumun nezdinde tüm bilge kedilere ve ismini ezberlemek zorunda olduğu en büyük bilgenin kendi içinde yaşadığını fark edenlere…