Rousseau’nun bu ilk Söylev’inde ortaya attığı ve tüm yapıtlarının temelini oluşturan, uygarlığın, dolayısıyla bilimlerin ve sanatların insanın içindeki iyiliği yozlaştırdığı görüşü, onun uygarlık, dolayısıyla da bilim ve sanat düşmanı olarak algılanmasına neden olmuştur. Oysa, Rousseau’nun paradoksal ama etkili olan savı, uygarlığın birçok iyilik getirdiği ama aynı zamanda yıkıcı olduğudur. Yani Rousseau, Einstein’in deyişiyle “Gerçeğin rengi gridir.” diyor. Söylev’in girişinde de dediği gibi: “Kendi kendime, benim yaptığım, bilimi kötülemek değil, erdemli insanlar karşısında erdemi savunmaktır, dedim.” Bu bağlamda gerçek bilim ve sanat, insanlarını yüceltir: “Bilim ve sanatlarla uğraşmalarına izin verilecek kimseler, kendilerinde büyük ustaların izinden yürüme ve onlardan ileri gitme gücünü bulan sayılı insanlar olmalıdır.” Ancak çağında tanık olduğu durumu da acımasızca eleştirir: “Ama bilimlerin ve sanatların ilerlemesi gerçek mutluluğumuza hiçbir şey katmadıysa, ahlakımızı yozlaştırdıysa ve ahlakın yozlaşması hazzın saflığını berbat ettiyse, kendi yollarında bir adım bile atamamış olan bir sürü yazar müsveddesine ne diyelim? Onlar ki bilim ve sanatların tapınağına herkesi yaklaştırmayan engelleri, bilgilere erişmek isteyenleri sınamak için doğanın çıkardığı zorlukları ortadan kaldırmış, çalma çırpma yapıtlarıyla bilimlerin kapılarını saygısızca kırmış, layık olmadıkları bu tapınağı bayağı bir kalabalıkla doldurmuşlardır. Oysa, edebiyatta ileri gidemeyecek olanların daha başlangıçta geri dönmeleri ve topluma yararlı olacak başka işlere atılmaları gerekirdi. Bütün ömründe kötü bir ozan, sönük bir matematikçi olarak kalacak bir insan, belki büyük bir kumaş fabrikacısı olabilirdi. Doğanın, çırak yetiştirmek için yarattığı insanların ustaya gereksinimleri olmamıştır.”
Rousseau’nun bu ilk Söylev’inde ortaya attığı ve tüm yapıtlarının temelini oluşturan, uygarlığın, dolayısıyla bilimlerin ve sanatların insanın içindeki iyiliği yozlaştırdığı görüşü, onun uygarlık, dolayısıyla da bilim ve sanat düşmanı olarak algılanmasına neden olmuştur. Oysa, Rousseau’nun paradoksal ama etkili olan savı, uygarlığın birçok iyilik getirdiği ama aynı zamanda yıkıcı olduğudur. Yani Rousseau, Einstein’in deyişiyle “Gerçeğin rengi gridir.” diyor. Söylev’in girişinde de dediği gibi: “Kendi kendime, benim yaptığım, bilimi kötülemek değil, erdemli insanlar karşısında erdemi savunmaktır, dedim.” Bu bağlamda gerçek bilim ve sanat, insanlarını yüceltir: “Bilim ve sanatlarla uğraşmalarına izin verilecek kimseler, kendilerinde büyük ustaların izinden yürüme ve onlardan ileri gitme gücünü bulan sayılı insanlar olmalıdır.” Ancak çağında tanık olduğu durumu da acımasızca eleştirir: “Ama bilimlerin ve sanatların ilerlemesi gerçek mutluluğumuza hiçbir şey katmadıysa, ahlakımızı yozlaştırdıysa ve ahlakın yozlaşması hazzın saflığını berbat ettiyse, kendi yollarında bir adım bile atamamış olan bir sürü yazar müsveddesine ne diyelim? Onlar ki bilim ve sanatların tapınağına herkesi yaklaştırmayan engelleri, bilgilere erişmek isteyenleri sınamak için doğanın çıkardığı zorlukları ortadan kaldırmış, çalma çırpma yapıtlarıyla bilimlerin kapılarını saygısızca kırmış, layık olmadıkları bu tapınağı bayağı bir kalabalıkla doldurmuşlardır. Oysa, edebiyatta ileri gidemeyecek olanların daha başlangıçta geri dönmeleri ve topluma yararlı olacak başka işlere atılmaları gerekirdi. Bütün ömründe kötü bir ozan, sönük bir matematikçi olarak kalacak bir insan, belki büyük bir kumaş fabrikacısı olabilirdi. Doğanın, çırak yetiştirmek için yarattığı insanların ustaya gereksinimleri olmamıştır.”