İnsan hayatının evrimsel süreçte izlediği kıvrımlı yolları takip eden ve sosyo-kültürel yaşantıyı tıpkı kendilerinden önceki anlatı türleri gibi doğrudan yansılayan masalların ise özellikle içerdikleri birtakım formüllerle, artık tam bir toplum görüntüsüne kavuşmuş olan insan gruplarına “toplumsallaşma”ya dair –bilinç düzeyinde ve elbette bilinçaltı düzeyde- çeşitli çözüm önerileri sunduklarını söylemek mümkündür. Bu bakımdan uluslaşma toplumsallaşma ihtiyacının derinden hissedildiği XIX. asırda, halk bilimi çalışmalarının çoğunlukla masallara odaklanması tesadüf olmasa gerektir. Nitekim o zamanlardan günümüze uzanan süreçte, masallar üzerine ciddi bir literatür oluşmuş ve kimi zaman benzer yöntem ve yaklaşımlarla kimi zamansa birbirlerinden çok daha farklı metotlar takip edilerek bu verimler sürekli olarak mercek altına alınmıştır.
Türk masal çalışmalarına gelindiğinde ise şüphesiz benzer bir çabayla karşılaşmak mümkündür. Ancak anlaşılan oki bu çabalar çoğunlukla yetersiz kalmaktadır. Zira bugüniçin Türk çocuklarının; Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız ve Uyuyan Güzel gibi Batı masallarını bilmelerine ve bu masallara kolaylıkla atıf yapabilmelerine karşın birkaç kuşak öncesine kadar anlatılagelmiş olan masallarımızdan çoğunlukla bihaber oldukları görülmektedir. Bu durum, tarihsel bir sürekliliğe ihtiyaç duyan “kimlik bilincimiz” açısından ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Söz konusu problemi çözmemiz içinse belki de yapmamız gereken ilk iş, bu topraklarda üretilmiş olan masalların eski popülerliğini yeniden yakalaması yönünde çaba harcamak olacaktır.
Bu itibarla gerek XIX. yüzyılda taşbaskı ve tipografya teknikleriyle ve gerekse daha sonradan Peyami Safa ve Tahir Alangu gibi duayen isimler tarafından mukayeseli çalışmalar yapılarak defalarca basılmış olan Billur Köşk masallarının bâkir bir nüshasını (Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi Seyfettin Özege Nadir Eserler Koleksiyonu Katalog No: 20798 SÖ 1928’de yer alan ve 1928’de İstanbul’da Ahmed Kâmil Matbaası’nda basılan metni) Latin harflerine aktaran bu çalışmanın böylesi bir çabanın ürünü olarak görülmesi, şüphesiz en büyük temennimdir.
İnsan hayatının evrimsel süreçte izlediği kıvrımlı yolları takip eden ve sosyo-kültürel yaşantıyı tıpkı kendilerinden önceki anlatı türleri gibi doğrudan yansılayan masalların ise özellikle içerdikleri birtakım formüllerle, artık tam bir toplum görüntüsüne kavuşmuş olan insan gruplarına “toplumsallaşma”ya dair –bilinç düzeyinde ve elbette bilinçaltı düzeyde- çeşitli çözüm önerileri sunduklarını söylemek mümkündür. Bu bakımdan uluslaşma toplumsallaşma ihtiyacının derinden hissedildiği XIX. asırda, halk bilimi çalışmalarının çoğunlukla masallara odaklanması tesadüf olmasa gerektir. Nitekim o zamanlardan günümüze uzanan süreçte, masallar üzerine ciddi bir literatür oluşmuş ve kimi zaman benzer yöntem ve yaklaşımlarla kimi zamansa birbirlerinden çok daha farklı metotlar takip edilerek bu verimler sürekli olarak mercek altına alınmıştır.
Türk masal çalışmalarına gelindiğinde ise şüphesiz benzer bir çabayla karşılaşmak mümkündür. Ancak anlaşılan oki bu çabalar çoğunlukla yetersiz kalmaktadır. Zira bugüniçin Türk çocuklarının; Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız ve Uyuyan Güzel gibi Batı masallarını bilmelerine ve bu masallara kolaylıkla atıf yapabilmelerine karşın birkaç kuşak öncesine kadar anlatılagelmiş olan masallarımızdan çoğunlukla bihaber oldukları görülmektedir. Bu durum, tarihsel bir sürekliliğe ihtiyaç duyan “kimlik bilincimiz” açısından ciddi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Söz konusu problemi çözmemiz içinse belki de yapmamız gereken ilk iş, bu topraklarda üretilmiş olan masalların eski popülerliğini yeniden yakalaması yönünde çaba harcamak olacaktır.
Bu itibarla gerek XIX. yüzyılda taşbaskı ve tipografya teknikleriyle ve gerekse daha sonradan Peyami Safa ve Tahir Alangu gibi duayen isimler tarafından mukayeseli çalışmalar yapılarak defalarca basılmış olan Billur Köşk masallarının bâkir bir nüshasını (Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi Seyfettin Özege Nadir Eserler Koleksiyonu Katalog No: 20798 SÖ 1928’de yer alan ve 1928’de İstanbul’da Ahmed Kâmil Matbaası’nda basılan metni) Latin harflerine aktaran bu çalışmanın böylesi bir çabanın ürünü olarak görülmesi, şüphesiz en büyük temennimdir.