Bu kurgusal anlatı bir bilim betiği / bir ders kitabı değildir... bir şeyler öğretmek istiyor değildir. Bu anlatı düşsel / düşünsel bir anlatıdır. Düşünmeyi sevenlere seslenir.
Bu kurgusal romanı düşlemeye ne zaman başladım bilmiyorum. Ama yıllar içinde hardware olarak olsun, software olarak olsun birçok kez değişip evrimleşmiş olan bilgisayarımın başına geçtiğim tarihi aşağı yukarı 2018’in Eylül ayı olarak anımsayabiliyorum.
Bana ilginç görünen o ki, yaşama yuvarlanışları içinde geçirdiğim yıllar boyunca sanki bir takıntı olarak hep kendi kendime düşleyip kurguladığım, ama kimseye söyleyemediğim, her yeni buluş tıpkı tıpkısına gerçekleşmekte oldu... buna şaşıyorum. Ben mi yanılıyorum, yoksa yaşadığım çağ mı olağandışı, diye soruyorum kendi kendime? Bu duygu beni bir takım ilginç başka sorulara götürüyor.
Ne anlatıyorum? İşte yine, herzamanki gibi, burada da seni - beni - onu - sizi - bizi - onları... kısaca kendimizi anlatıyorum... Neden mi? Yazarlar niye yazarlar? İster manzum olsun, yır olsun, ister mensur olsun, düzyazı olsun... çeviri yapan bile kurtulamaz kendi olmaktan... kendini anlatmaktan... özneyi, insanı anlatmaktan. İnsansız / nesnel şiir diye bir şey duyan var mı? Hattâ, bence, tümüyle sayısal olması gereken matematikçiler - fizikçiler bile aslında içlerine dönüktürler... kendilerine dönüktürler... insana dönüktürler kuramlarında.
‘Güneş Ülkesi’ de, bence, öyle. O da yine yazarın kendini anlattığı bir ütopyadır. İnsanoğlunun, ya da insan dediğimiz ‘bilinçli varlık’ın, son varılacak iyilik - doğruluk dileğini / ülküsünü yansıtan düştür ütopyalar. Hep arayıp durduğumuz mutluluk hedefine ulaşmaya götüreceği sanılan ‘en doğru yolun’ arayışıdır… sanki bir ‘en doğru yol’ varmış gibi...
Çağımız gerçekten şaşılası. Bir ömür içinde teknolojiler de, bilimsellikler de, düşünler de, felsefeler de, yaşam biçimleri de, dünya görüşleri de... giderek fizik... fizik bile değişiyor. Hem de sık sık, hem de inanılmaz bir ivme ile. Lisede okuduğumuz tüm fizik yasaları daha biz emekli bile olmadan yerlere düştü…
Ama değişmeyen bir şey var: Zaman hangi birimle ölçülürse ölçülsün, bilinç nerelere varırsa varsın, hep anlatılacak olandır evrenin / varoluşun sonsuzluğu... ve insanın bitmeyen yalnızlığı... Romanımı okuyunca göreceksiniz ki, ben de burda yine kendimi anlattım - beni anlattım... ama gerçekte ben, seni - onu - onları - sizi anlattım... hepimizin birbirinden ayrı, ama aslında ortak olan düşlerimizi - umularımızı - beklentilerimizi - korkularımızı - sevgilerimizi... iç varlığımızı... anlatmayı denedim...
Bu kurgusal anlatı bir bilim betiği / bir ders kitabı değildir... bir şeyler öğretmek istiyor değildir. Bu anlatı düşsel / düşünsel bir anlatıdır. Düşünmeyi sevenlere seslenir.
Bu kurgusal romanı düşlemeye ne zaman başladım bilmiyorum. Ama yıllar içinde hardware olarak olsun, software olarak olsun birçok kez değişip evrimleşmiş olan bilgisayarımın başına geçtiğim tarihi aşağı yukarı 2018’in Eylül ayı olarak anımsayabiliyorum.
Bana ilginç görünen o ki, yaşama yuvarlanışları içinde geçirdiğim yıllar boyunca sanki bir takıntı olarak hep kendi kendime düşleyip kurguladığım, ama kimseye söyleyemediğim, her yeni buluş tıpkı tıpkısına gerçekleşmekte oldu... buna şaşıyorum. Ben mi yanılıyorum, yoksa yaşadığım çağ mı olağandışı, diye soruyorum kendi kendime? Bu duygu beni bir takım ilginç başka sorulara götürüyor.
Ne anlatıyorum? İşte yine, herzamanki gibi, burada da seni - beni - onu - sizi - bizi - onları... kısaca kendimizi anlatıyorum... Neden mi? Yazarlar niye yazarlar? İster manzum olsun, yır olsun, ister mensur olsun, düzyazı olsun... çeviri yapan bile kurtulamaz kendi olmaktan... kendini anlatmaktan... özneyi, insanı anlatmaktan. İnsansız / nesnel şiir diye bir şey duyan var mı? Hattâ, bence, tümüyle sayısal olması gereken matematikçiler - fizikçiler bile aslında içlerine dönüktürler... kendilerine dönüktürler... insana dönüktürler kuramlarında.
‘Güneş Ülkesi’ de, bence, öyle. O da yine yazarın kendini anlattığı bir ütopyadır. İnsanoğlunun, ya da insan dediğimiz ‘bilinçli varlık’ın, son varılacak iyilik - doğruluk dileğini / ülküsünü yansıtan düştür ütopyalar. Hep arayıp durduğumuz mutluluk hedefine ulaşmaya götüreceği sanılan ‘en doğru yolun’ arayışıdır… sanki bir ‘en doğru yol’ varmış gibi...
Çağımız gerçekten şaşılası. Bir ömür içinde teknolojiler de, bilimsellikler de, düşünler de, felsefeler de, yaşam biçimleri de, dünya görüşleri de... giderek fizik... fizik bile değişiyor. Hem de sık sık, hem de inanılmaz bir ivme ile. Lisede okuduğumuz tüm fizik yasaları daha biz emekli bile olmadan yerlere düştü…
Ama değişmeyen bir şey var: Zaman hangi birimle ölçülürse ölçülsün, bilinç nerelere varırsa varsın, hep anlatılacak olandır evrenin / varoluşun sonsuzluğu... ve insanın bitmeyen yalnızlığı... Romanımı okuyunca göreceksiniz ki, ben de burda yine kendimi anlattım - beni anlattım... ama gerçekte ben, seni - onu - onları - sizi anlattım... hepimizin birbirinden ayrı, ama aslında ortak olan düşlerimizi - umularımızı - beklentilerimizi - korkularımızı - sevgilerimizi... iç varlığımızı... anlatmayı denedim...