Yasemin, Ali ve Eren; istedikleri gibi bir hayata başlamak umuduyla yeni bir şehre, Berlin’e tutunan üç arkadaş. İstanbul’u arkalarında bıraksalar da, kendilerini sanki hep ona aitmiş gibi hissettikleri “sarı binanın üçüncü katındaki loş evde”, İstanbul’un “yaşattıkları” da onlarla birlikte. Barbaros Altuğ, kalemin politik gücünü, dostluğun iyileştirici gücüyle harmanlayarak kuruyor romanını. biz burada iyiyiz, bir kaçış –ve elbette sığınış– hikâyesi.
“Köprünün girişinde polisin kurduğu barikat dayanamamıştı; bazısı ev terlikleriyle sokağa fırlayan insanlara yolda yenileri katılmış, uzaktan bakıldığında hepsi tek bir büyük kütle olarak görünen, oysa her biri o âna kadar birbirinin belki farkında bile olmadan, bambaşka hayatlar süren insanlar sabahın karanlığında köprünün üzerinden hep beraber yürüyerek Taksim’e ulaşmaya çalışıyorlardı. Deniz gördüklerini anlatırken gözlerimiz yaşarıyor, bunu çaktırmamak için gözlerimizi kaçırıyor, yutkunarak kendimizi tutmaya çalışıyorduk. O anlattıkça gözlerimiz dolmaya devam etti. Bir süre sonra kimse kendiliğinden akan yaşları umursamaz oldu; birbirimizi görmüyor gibi davransak da hepimiz ağlıyorduk. Yalnız değildik; burada, bu parkta bizi yalnızlaştırmaya, itmeye, yok etmeye çalışanlara direnirken sesimizi duyan, bizi anlayanlar vardı işte. O zaman bunun yeteceğini düşünüyorduk demek.”
Yasemin, Ali ve Eren; istedikleri gibi bir hayata başlamak umuduyla yeni bir şehre, Berlin’e tutunan üç arkadaş. İstanbul’u arkalarında bıraksalar da, kendilerini sanki hep ona aitmiş gibi hissettikleri “sarı binanın üçüncü katındaki loş evde”, İstanbul’un “yaşattıkları” da onlarla birlikte. Barbaros Altuğ, kalemin politik gücünü, dostluğun iyileştirici gücüyle harmanlayarak kuruyor romanını. biz burada iyiyiz, bir kaçış –ve elbette sığınış– hikâyesi.
“Köprünün girişinde polisin kurduğu barikat dayanamamıştı; bazısı ev terlikleriyle sokağa fırlayan insanlara yolda yenileri katılmış, uzaktan bakıldığında hepsi tek bir büyük kütle olarak görünen, oysa her biri o âna kadar birbirinin belki farkında bile olmadan, bambaşka hayatlar süren insanlar sabahın karanlığında köprünün üzerinden hep beraber yürüyerek Taksim’e ulaşmaya çalışıyorlardı. Deniz gördüklerini anlatırken gözlerimiz yaşarıyor, bunu çaktırmamak için gözlerimizi kaçırıyor, yutkunarak kendimizi tutmaya çalışıyorduk. O anlattıkça gözlerimiz dolmaya devam etti. Bir süre sonra kimse kendiliğinden akan yaşları umursamaz oldu; birbirimizi görmüyor gibi davransak da hepimiz ağlıyorduk. Yalnız değildik; burada, bu parkta bizi yalnızlaştırmaya, itmeye, yok etmeye çalışanlara direnirken sesimizi duyan, bizi anlayanlar vardı işte. O zaman bunun yeteceğini düşünüyorduk demek.”