İnsanlık tarihi boyunca genel ve yaygın bir inanış, sınanmamış bir kanı olarak insan; diğer canlılar arasında en üstün pozisyonda konumlandırılmış, biyolojik niteliklerinin yanında sahip olduğu ahlak, vicdan, özgecilik, bencillik ya da dayanışma gibi nitelikler biricik ve eşsiz kabul edilmiş; insan, doğanın ve yaşamın bir parçası olarak değil, merkezi ve asıl nedeni olarak kavranmıştır. Felsefenin pratik bir alt disiplini olan ahlakın evrimci bir dizgeye oturtulması ve sözü edilen kavrayışın ters yüz edilmesi ilk kez Herbert Spencer ve Charles Darwin eliyle gerçekleştirilmiştir. Düşünce tarihi boyunca genel bir eğilim olarak aşkın bir kaynağa dayandırılan ya da doğanın dışından devşirilen ahlak, ilk kez Spencer ve Darwin ile birlikte maddi yaşam koşullarının ve bir arada yaşamanın bir çıktısı olarak tasarlanmış, daha yalın bir ifadeyle ahlak, vicdan, sempati ya da özgecilik gibi insanı diğer canlılardan ayırdığına inanılan nitelikler, ilk kez Spencer ve Darwin tarafından asıl kaynağı olan doğaya iade edilmiştir.
Hem Darwin hem de Spencer bütün çalışmaları boyunca, insanın yaşamın ve doğanın üzerinde ya da merkezinde değil, tam olarak içinde ve bir bileşeni olduğunu, yine gözlemlenebilir somut olgulardan hareketle göstermeye çalışır. İki düşünürün de bilimsel düşünce ve felsefe üzerindeki sarsıcı etkisi, büyük ölçüde insanın sahip olduğuna inanılan biricik ve eşsiz niteliklerin doğaya iade edilmesinden, insanlar ve diğer canlılar arasında kurulan ve hiyerarşik bir değer bagajı barındırmayan ilişkiden ve en sonunda, evrimci ilkelerin yalnızca biyolojik organizmanın değil, ahlak ve toplum gibi yapıların köken ve işleyiş ilkelerini açıklayabilme gücünü göstermelerinden kaynaklanır.
İnsanlık tarihi boyunca genel ve yaygın bir inanış, sınanmamış bir kanı olarak insan; diğer canlılar arasında en üstün pozisyonda konumlandırılmış, biyolojik niteliklerinin yanında sahip olduğu ahlak, vicdan, özgecilik, bencillik ya da dayanışma gibi nitelikler biricik ve eşsiz kabul edilmiş; insan, doğanın ve yaşamın bir parçası olarak değil, merkezi ve asıl nedeni olarak kavranmıştır. Felsefenin pratik bir alt disiplini olan ahlakın evrimci bir dizgeye oturtulması ve sözü edilen kavrayışın ters yüz edilmesi ilk kez Herbert Spencer ve Charles Darwin eliyle gerçekleştirilmiştir. Düşünce tarihi boyunca genel bir eğilim olarak aşkın bir kaynağa dayandırılan ya da doğanın dışından devşirilen ahlak, ilk kez Spencer ve Darwin ile birlikte maddi yaşam koşullarının ve bir arada yaşamanın bir çıktısı olarak tasarlanmış, daha yalın bir ifadeyle ahlak, vicdan, sempati ya da özgecilik gibi insanı diğer canlılardan ayırdığına inanılan nitelikler, ilk kez Spencer ve Darwin tarafından asıl kaynağı olan doğaya iade edilmiştir.
Hem Darwin hem de Spencer bütün çalışmaları boyunca, insanın yaşamın ve doğanın üzerinde ya da merkezinde değil, tam olarak içinde ve bir bileşeni olduğunu, yine gözlemlenebilir somut olgulardan hareketle göstermeye çalışır. İki düşünürün de bilimsel düşünce ve felsefe üzerindeki sarsıcı etkisi, büyük ölçüde insanın sahip olduğuna inanılan biricik ve eşsiz niteliklerin doğaya iade edilmesinden, insanlar ve diğer canlılar arasında kurulan ve hiyerarşik bir değer bagajı barındırmayan ilişkiden ve en sonunda, evrimci ilkelerin yalnızca biyolojik organizmanın değil, ahlak ve toplum gibi yapıların köken ve işleyiş ilkelerini açıklayabilme gücünü göstermelerinden kaynaklanır.