Bu dünyada iz bırakıp bırakmadığından emin olmak için sözcükler seçen, mahalle mahalle tümceler arayan bir yazarın kendi yarattığı kahraman tarafından öldürülmesinden daha beter bir son ile karşılaşmamak için “minik sahtekârlıklar ve küçük düzenbazlıklar” tezgâhlayan yazarımız; sabah vardiyasına gelen “adsız çoğunluktan” biri olarak iki kadeh rakı parasına kendini satan bir başka kahramana benzemekten de çok korktuğundan bir psikologa bile danışmaksızın kiralık katil olmaya karar verir ama öncesinde Bir Gece geçirmek için Çıplak Dağa tırmanmak üzere bir iletişim mağarasının derinliklerine yönlendirilir ve burada, ruhunun bedeninden sessizce uzaklaşıp bir başka bedeni kucaklamasının ancak böylesine sessiz bir ortamda ve yalnız başına gerçekleşebilecek bir şey olduğunu düşünmeye başlar başlamaz, insanların zihninde biriken öykü ve romanları oluşturan tümce ve sözcüklerin bedenden ayrılıp (ancak beden ölünce olur bu) göğe yükseldiğinin (yazı odasında olursa ölüm, tavanı patlatıp yine göğe yükselirler) ve orada tümce bulutları oluşturduğunun bilincine varıp bu bulutların er ya da geç tümceleri taşımaktan sıkılacağını ve bir safra gibi yeryüzüne bırakacağını kavrar; kavrar da yeryüzünde nereye düşecektir bu tümceler ve sözcükler, arayışının sonunda, burasının belli bir muhit olacağı, bu muhiti oluşturan sözcük ve tümcelerin doğaları gereği düzenbaz olacağını düşünürken birden kafasına üşüşen bu düzenbazların belli bir düzene kavuştuğunu fark eder ve nihayetinde bizi Düzenbaz Muhit ile tanıştırır ancak bu düzenbazlar içinde engel olamadığı biri, içine sızdığı öykülerde ‒aslında Ahmet Önel’in de‒ asla göstermediği halde bir köşede saklamış olduğu silahı ateşler, silahı bulamazsa bir balon patlayıverir gümbürtüyle kâh bir çocuğun elinde kâh bilinmeyen bir yerinde insan ruhunun, ama sonuçta patlar işte, neyse ki bu o kadar kötü bir şey değildir ne de olsa patlayan her şeyin bir hükmü vardır (kelebek etkisi gibi) ve okur da bu hükmün uğrağıdır.
Bu dünyada iz bırakıp bırakmadığından emin olmak için sözcükler seçen, mahalle mahalle tümceler arayan bir yazarın kendi yarattığı kahraman tarafından öldürülmesinden daha beter bir son ile karşılaşmamak için “minik sahtekârlıklar ve küçük düzenbazlıklar” tezgâhlayan yazarımız; sabah vardiyasına gelen “adsız çoğunluktan” biri olarak iki kadeh rakı parasına kendini satan bir başka kahramana benzemekten de çok korktuğundan bir psikologa bile danışmaksızın kiralık katil olmaya karar verir ama öncesinde Bir Gece geçirmek için Çıplak Dağa tırmanmak üzere bir iletişim mağarasının derinliklerine yönlendirilir ve burada, ruhunun bedeninden sessizce uzaklaşıp bir başka bedeni kucaklamasının ancak böylesine sessiz bir ortamda ve yalnız başına gerçekleşebilecek bir şey olduğunu düşünmeye başlar başlamaz, insanların zihninde biriken öykü ve romanları oluşturan tümce ve sözcüklerin bedenden ayrılıp (ancak beden ölünce olur bu) göğe yükseldiğinin (yazı odasında olursa ölüm, tavanı patlatıp yine göğe yükselirler) ve orada tümce bulutları oluşturduğunun bilincine varıp bu bulutların er ya da geç tümceleri taşımaktan sıkılacağını ve bir safra gibi yeryüzüne bırakacağını kavrar; kavrar da yeryüzünde nereye düşecektir bu tümceler ve sözcükler, arayışının sonunda, burasının belli bir muhit olacağı, bu muhiti oluşturan sözcük ve tümcelerin doğaları gereği düzenbaz olacağını düşünürken birden kafasına üşüşen bu düzenbazların belli bir düzene kavuştuğunu fark eder ve nihayetinde bizi Düzenbaz Muhit ile tanıştırır ancak bu düzenbazlar içinde engel olamadığı biri, içine sızdığı öykülerde ‒aslında Ahmet Önel’in de‒ asla göstermediği halde bir köşede saklamış olduğu silahı ateşler, silahı bulamazsa bir balon patlayıverir gümbürtüyle kâh bir çocuğun elinde kâh bilinmeyen bir yerinde insan ruhunun, ama sonuçta patlar işte, neyse ki bu o kadar kötü bir şey değildir ne de olsa patlayan her şeyin bir hükmü vardır (kelebek etkisi gibi) ve okur da bu hükmün uğrağıdır.