“Elmas uçlu kalem, torna aynasına bağlı büyük metal parçayla buluşmasından hemen sonra göğe fırlayan sıcak talaşlar, kış ortasında bacalardan gökyüzüne doğru helezonlar çizerek yükselen dumanlara benziyordu.
Aynaya bağlı parçanın yüzeyi düzleninceye kadar süren iş esnasında eksilen ve eksilten bu iki parça birbirlerine düşmanca bakar ve bir süre sonra da barışırlardı. Kumpası elime alıp, eksilen parçanın derinliğini ve kalınlığını sık sık ölçer, önümde duran teknik resimdeki ölçülere uygun olup olmadığını kontrol ederdim. İstenilen ölçüye geldikten sonra parçayı aynadan söker, bu kez de gönyesinde olup olmadığına bakar, gönyesine gelene kadar eğeyle ince talaşını alırdım. Her takılan parçayı işlemekten ayrı bir zevk duyardım. Bir şey üretmenin, ülke ekonomisine –dolaylı da olsa- katkıda bulunmanın gururunu yaşardım. Bu iş için eğitim almıştım, yıllar önce bitirdiğim sanat okulunda; şimdiki adı endüstri meslek lisesi olan…”(…)
Atila Er, emeğin ve emekçinin öyküsünü yazıyor. Küçük insanların yaşamlarına dokunuyor. Çocuk işçilerin daha çocukluklarını yaşayamadan, aile bütçesine katkı koymak adına karşı karşıya kaldıkları çalışma koşullarının zorluklarını dillendiriyor. Kent yaşamının yanı sıra, kırsal kesimin gerçeklerinden yola çıkarak ‘gerçeklik’ kavramı üzerinden kurguladığı öyküler, insanı hemencecik sarıveren metinlere dönüşüyor. Köy yaşamının insani olmayan koşullarını gerçeklik üzerinden değil de, yazgısal boyutta değerlendiren ve buna inanan insanların bir takım manevi bileşenler üzerinden nasıl maniple edildiklerine dikkat çekiyor. Ağalık sisteminin dayattığı feodal yapının ortak değerlere hala nasıl zarar verdiklerini anlatmaya çabalıyor; ağaçların diliyle, ormanın sesiyle…
“Elmas uçlu kalem, torna aynasına bağlı büyük metal parçayla buluşmasından hemen sonra göğe fırlayan sıcak talaşlar, kış ortasında bacalardan gökyüzüne doğru helezonlar çizerek yükselen dumanlara benziyordu.
Aynaya bağlı parçanın yüzeyi düzleninceye kadar süren iş esnasında eksilen ve eksilten bu iki parça birbirlerine düşmanca bakar ve bir süre sonra da barışırlardı. Kumpası elime alıp, eksilen parçanın derinliğini ve kalınlığını sık sık ölçer, önümde duran teknik resimdeki ölçülere uygun olup olmadığını kontrol ederdim. İstenilen ölçüye geldikten sonra parçayı aynadan söker, bu kez de gönyesinde olup olmadığına bakar, gönyesine gelene kadar eğeyle ince talaşını alırdım. Her takılan parçayı işlemekten ayrı bir zevk duyardım. Bir şey üretmenin, ülke ekonomisine –dolaylı da olsa- katkıda bulunmanın gururunu yaşardım. Bu iş için eğitim almıştım, yıllar önce bitirdiğim sanat okulunda; şimdiki adı endüstri meslek lisesi olan…”(…)
Atila Er, emeğin ve emekçinin öyküsünü yazıyor. Küçük insanların yaşamlarına dokunuyor. Çocuk işçilerin daha çocukluklarını yaşayamadan, aile bütçesine katkı koymak adına karşı karşıya kaldıkları çalışma koşullarının zorluklarını dillendiriyor. Kent yaşamının yanı sıra, kırsal kesimin gerçeklerinden yola çıkarak ‘gerçeklik’ kavramı üzerinden kurguladığı öyküler, insanı hemencecik sarıveren metinlere dönüşüyor. Köy yaşamının insani olmayan koşullarını gerçeklik üzerinden değil de, yazgısal boyutta değerlendiren ve buna inanan insanların bir takım manevi bileşenler üzerinden nasıl maniple edildiklerine dikkat çekiyor. Ağalık sisteminin dayattığı feodal yapının ortak değerlere hala nasıl zarar verdiklerini anlatmaya çabalıyor; ağaçların diliyle, ormanın sesiyle…