Neşrini takdîm ettiğimiz Fusûsu l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1334-1346 hicrî ve 1915-1928 milâdî yılları arasında kaleme alınmıştır. Müellifi merhum Ahmed Avni Konuk Bey in el yazısıyla olan nüsha Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi nde 3853-3880 numaralarda kayıtlı bulunmaktadır. Tamâmı 28 defter olan bu müellif nüshasından, 4 cilt hâlinde neşre hazırladığımız bu eserin ilk cildini tamamlamış bulunuyoruz.
İslâm tasavvuf ve tefekkür târihinin en mühim eserlerinden biri olan Fusûsu l-Hikem in, M. E. Bakanlığı tarafından basılmış bir tercümesi vardır. Geçmiş asırlarda yazılmış ve bir tanesi basılmış türkçe şerhleri bulunduğu halde son altmış senede bunların hiçbiri basılamamıştır. Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında te lîf edilmiş, fakat yayınlanmamış olan bu şerhin, Kütüphâne de müellif nüshası olmasına rağmen, umûmun istifâdesinden uzak kalması, tasavvuf ve tefekkür târihimiz bakımından büyük bir kayıptı. Bu kaybı telâfi etmeyi, müellifin bastıramadığı bu eseri kültürümüze kazandırmayı bir vazîfe ve borç telakkî ederek neşre hazırlamaya teşebbüs ettik. Gerekli izinleri alarak bu eserin kopyesini te mîn ettik.
Osmanlı devri ile Cumhuriyet devri arasında ilim, düşünce ve san at sahasında bir kopukluğun çeşitli sebepler dolayısıyla ortaya çıktığı, bu kopukluğun bir kültür boşluğuna, hattâ buhranına sebep olduğu söylenmekte ve yazılmaktadır. Sanıyoruz ki, ilim, tefekkür ve san at sahasında bu kültür kopukluğunun ve boşluğunun doldurulmasında yapılacak ilk işlerden biri, Osmanlı devrine ait türkçe eserleri dilini değiştirmeden bugünkü alfabe ile aynen, Türk müelliflerin yazdığı arapça ve farsça eserlerin ise hem aslını, hem de tercümesini neşr etmektir. Son yıllarda edebiyat ve târih sahasında bu nevîden eserlerin neşredilmesi sevindiricidir. Fakat din ilimleri ve tefekkürü sahasında, tercüme bir kaç eser müstesna aynen basılmış türkçe eser yok denecek kadar azdır. Bu türkçe eserlerin aynen bugünkü alfabe ile basılmasının devirler arası Türk dilinin devamlılığını sağlamak hususunda pek çok faydası olacağı şüphesizdir. Kültür kopukluğunun en müşahhas örneği Türk dilinin son 30-40 sene öncesine nisbetle fevkalâde değişmiş olmasıdır. Cumhuriyet devrini başlatanların türkçesini bile yeni nesiller anlamamaktadır. Bunun çâresi anlaşılmayanların sadeleştirilmesi değil, gerek yakın yılların, gerekse daha uzak devirlerin türkçe eserlerini dilini değiştirmeksizin aynen vermek, böylece önce dil bağı ve devamlılığını sağlamak, sonra bu vâsıta ile kültür köprüsünü kurmaktır. Dilin zamanla değişmesi gayet tabîî bir hâdisedir. Elimizdeki Fusûs Şerhi bunun canlı bir örneğidir. Ahmed Avni Bey in kullandığı türkçe, kendisinden 300 sene kadar önce Abdullah Bosnevî nin (ö. 1054/1644) Fusûs Şerhi nde kullandığı türkçenin aynı değildir. Fakat bu iki eser arasında uzun bir zaman geçmesine rağmen bir dil kopukluğu yoktur. A. Avni Bey in eserinin türkçesiyle günümüz türkçesi arasında altmış senelik bir zaman farkı olduğu halde, değişiklik çok büyüktür. Geçmiş devirlerin, hattâ yakın zamanların eserlerini, pek de muvaffak olamayan sadeleştirmelerle vermek, bu dil farkının gittikçe artmasına mâni olmadığı gibi, kültür kopukluğunu kapatmakta da pek yararlı görünmemektedir. Kanâatimizce bu bakımdan daha verimli olabilecek şey, günümüz ilim, fikir ve san at adamlarına, az sayıda bile olsalar, geçmiş devirlerin türkçe eserlerini, bugünkü alfabe ile aynen okuyabilmek imkânını vermektir. Edebiyat fakültelerinde transkripsiyon işaretleriyle neşre hazırlanan eserler sâdece türkologlar, tarihçiler, yâni mütehassıslar tarafından okunması lâzım gelen eserler değil, Türk ilim, tefekkür ve san atına alâka duyan bütün Türk aydınları tarafından okunacak eserlerdir. Meselâ XVI. asra âit Fuzûlî nin Divânı türkologları, yâni sahanın mütehassıslarını ilgilendirdiği gibi, lisede öğrenim göre şiire meraklı gençleri veya şâir bir elektrik mühendisini de alâkadar eder. Şu halde, bu misâlden hareketle diyebiliriz ki, Türk kültürüyle alâkalı eserler, yalnız mütehassısları değil, bütün Türk aydınlarını alâkadar ettiği için, onların istifâde edebileceği şekilde neşredilmelidir.
İşte bu eserler bir yandan Türk dilinin geçmişiyle irtibatını sağlayacak, diğer taraftan da ilim ve tefekkür bağının daha geniş bir çevrede kurulmasında çok faydalı bir rol oynayacaktır. Din ilimleri ve tefekkürü bakımından buna ilâve edilecek bir başka husus daha vardır. Milletimizin on asır boyunca yaşadığı İslâm medeniyet ve kültürü içinde elde etmiş olduğu üslûb, netîce ve terkipler bilinmezse, müslüman diğer milletlerin tercihlerine yönelmesi kaçınılmaz bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün din ilim ve kültürü, târihimizin geçmiş devirleriyle irtibatını tam kuramadığı için, maalesef söz konusu kültür kopukluğundan hissesine düşeni bir çok bakımdan ağır bir buhran hâlinde yaşamaktadır. Dînî düşünce ve san at dallarında te lif eserlerin tercümelere nisbetle çok az olması bu durumun gözle görünür örneklerinden biridir. Dînî düşüncenin ana kollarından biri olan tasavvuf sahasında Osmanlı asırlarında pek çok türkçe eser mevcut olmasına rağmen, son yarım asırda yüksek seviyede te lif eserlerin yok denecek kadar az olması da, kültür kopukluğunun üzücü bir netîcesidir.
Gerek tasavvufî eserler, gerekse bütün diğer ilmî, fikrî ve edebî eserlerin, sahalarına göre bir kaç araştırmacının inhisarında olduğu düşünülemez. Vaktiyle bu milletin ilim ve fikir adamlarına, münevverlerine hizmet etmek ve onlara hitap etmek için yazılmış olan eserler, bugünün aydınlarının doğrudan istifâde edebileceği şekilde takdîm edilmelidir. Acemî ve yetersiz bir türkçe ile bunları sadeleştirmek, müelliflerin görüş ve düşüncelerini az-çok bozmak veya anlaşılmaz hâle getirmek demektir.
Dilin değişmesinin ortaya büyük bir güçlük çıkardığı, okuyucu sayısını ise oldukça azaltacağı muhakkaktır. Fakat bir yabancı batı dilini öğrenmek için büyük zahmet ve külfetlere katlanan Türk aydını ve ilim adamının, kendi ana diline âit üç-beş kaide ve üç-beş bin kelimeyi öğrenemiyeceğini düşünmek, onlara güvensizlikten başka bir şey ifâde etmez. Her şeyiyle bir yabancı dili öğrenmeye gayret eden bir kimsenin kendi öz kültürünün mahsûlleri karşısında
Neşrini takdîm ettiğimiz Fusûsu l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1334-1346 hicrî ve 1915-1928 milâdî yılları arasında kaleme alınmıştır. Müellifi merhum Ahmed Avni Konuk Bey in el yazısıyla olan nüsha Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphânesi nde 3853-3880 numaralarda kayıtlı bulunmaktadır. Tamâmı 28 defter olan bu müellif nüshasından, 4 cilt hâlinde neşre hazırladığımız bu eserin ilk cildini tamamlamış bulunuyoruz.
İslâm tasavvuf ve tefekkür târihinin en mühim eserlerinden biri olan Fusûsu l-Hikem in, M. E. Bakanlığı tarafından basılmış bir tercümesi vardır. Geçmiş asırlarda yazılmış ve bir tanesi basılmış türkçe şerhleri bulunduğu halde son altmış senede bunların hiçbiri basılamamıştır. Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında te lîf edilmiş, fakat yayınlanmamış olan bu şerhin, Kütüphâne de müellif nüshası olmasına rağmen, umûmun istifâdesinden uzak kalması, tasavvuf ve tefekkür târihimiz bakımından büyük bir kayıptı. Bu kaybı telâfi etmeyi, müellifin bastıramadığı bu eseri kültürümüze kazandırmayı bir vazîfe ve borç telakkî ederek neşre hazırlamaya teşebbüs ettik. Gerekli izinleri alarak bu eserin kopyesini te mîn ettik.
Osmanlı devri ile Cumhuriyet devri arasında ilim, düşünce ve san at sahasında bir kopukluğun çeşitli sebepler dolayısıyla ortaya çıktığı, bu kopukluğun bir kültür boşluğuna, hattâ buhranına sebep olduğu söylenmekte ve yazılmaktadır. Sanıyoruz ki, ilim, tefekkür ve san at sahasında bu kültür kopukluğunun ve boşluğunun doldurulmasında yapılacak ilk işlerden biri, Osmanlı devrine ait türkçe eserleri dilini değiştirmeden bugünkü alfabe ile aynen, Türk müelliflerin yazdığı arapça ve farsça eserlerin ise hem aslını, hem de tercümesini neşr etmektir. Son yıllarda edebiyat ve târih sahasında bu nevîden eserlerin neşredilmesi sevindiricidir. Fakat din ilimleri ve tefekkürü sahasında, tercüme bir kaç eser müstesna aynen basılmış türkçe eser yok denecek kadar azdır. Bu türkçe eserlerin aynen bugünkü alfabe ile basılmasının devirler arası Türk dilinin devamlılığını sağlamak hususunda pek çok faydası olacağı şüphesizdir. Kültür kopukluğunun en müşahhas örneği Türk dilinin son 30-40 sene öncesine nisbetle fevkalâde değişmiş olmasıdır. Cumhuriyet devrini başlatanların türkçesini bile yeni nesiller anlamamaktadır. Bunun çâresi anlaşılmayanların sadeleştirilmesi değil, gerek yakın yılların, gerekse daha uzak devirlerin türkçe eserlerini dilini değiştirmeksizin aynen vermek, böylece önce dil bağı ve devamlılığını sağlamak, sonra bu vâsıta ile kültür köprüsünü kurmaktır. Dilin zamanla değişmesi gayet tabîî bir hâdisedir. Elimizdeki Fusûs Şerhi bunun canlı bir örneğidir. Ahmed Avni Bey in kullandığı türkçe, kendisinden 300 sene kadar önce Abdullah Bosnevî nin (ö. 1054/1644) Fusûs Şerhi nde kullandığı türkçenin aynı değildir. Fakat bu iki eser arasında uzun bir zaman geçmesine rağmen bir dil kopukluğu yoktur. A. Avni Bey in eserinin türkçesiyle günümüz türkçesi arasında altmış senelik bir zaman farkı olduğu halde, değişiklik çok büyüktür. Geçmiş devirlerin, hattâ yakın zamanların eserlerini, pek de muvaffak olamayan sadeleştirmelerle vermek, bu dil farkının gittikçe artmasına mâni olmadığı gibi, kültür kopukluğunu kapatmakta da pek yararlı görünmemektedir. Kanâatimizce bu bakımdan daha verimli olabilecek şey, günümüz ilim, fikir ve san at adamlarına, az sayıda bile olsalar, geçmiş devirlerin türkçe eserlerini, bugünkü alfabe ile aynen okuyabilmek imkânını vermektir. Edebiyat fakültelerinde transkripsiyon işaretleriyle neşre hazırlanan eserler sâdece türkologlar, tarihçiler, yâni mütehassıslar tarafından okunması lâzım gelen eserler değil, Türk ilim, tefekkür ve san atına alâka duyan bütün Türk aydınları tarafından okunacak eserlerdir. Meselâ XVI. asra âit Fuzûlî nin Divânı türkologları, yâni sahanın mütehassıslarını ilgilendirdiği gibi, lisede öğrenim göre şiire meraklı gençleri veya şâir bir elektrik mühendisini de alâkadar eder. Şu halde, bu misâlden hareketle diyebiliriz ki, Türk kültürüyle alâkalı eserler, yalnız mütehassısları değil, bütün Türk aydınlarını alâkadar ettiği için, onların istifâde edebileceği şekilde neşredilmelidir.
İşte bu eserler bir yandan Türk dilinin geçmişiyle irtibatını sağlayacak, diğer taraftan da ilim ve tefekkür bağının daha geniş bir çevrede kurulmasında çok faydalı bir rol oynayacaktır. Din ilimleri ve tefekkürü bakımından buna ilâve edilecek bir başka husus daha vardır. Milletimizin on asır boyunca yaşadığı İslâm medeniyet ve kültürü içinde elde etmiş olduğu üslûb, netîce ve terkipler bilinmezse, müslüman diğer milletlerin tercihlerine yönelmesi kaçınılmaz bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün din ilim ve kültürü, târihimizin geçmiş devirleriyle irtibatını tam kuramadığı için, maalesef söz konusu kültür kopukluğundan hissesine düşeni bir çok bakımdan ağır bir buhran hâlinde yaşamaktadır. Dînî düşünce ve san at dallarında te lif eserlerin tercümelere nisbetle çok az olması bu durumun gözle görünür örneklerinden biridir. Dînî düşüncenin ana kollarından biri olan tasavvuf sahasında Osmanlı asırlarında pek çok türkçe eser mevcut olmasına rağmen, son yarım asırda yüksek seviyede te lif eserlerin yok denecek kadar az olması da, kültür kopukluğunun üzücü bir netîcesidir.
Gerek tasavvufî eserler, gerekse bütün diğer ilmî, fikrî ve edebî eserlerin, sahalarına göre bir kaç araştırmacının inhisarında olduğu düşünülemez. Vaktiyle bu milletin ilim ve fikir adamlarına, münevverlerine hizmet etmek ve onlara hitap etmek için yazılmış olan eserler, bugünün aydınlarının doğrudan istifâde edebileceği şekilde takdîm edilmelidir. Acemî ve yetersiz bir türkçe ile bunları sadeleştirmek, müelliflerin görüş ve düşüncelerini az-çok bozmak veya anlaşılmaz hâle getirmek demektir.
Dilin değişmesinin ortaya büyük bir güçlük çıkardığı, okuyucu sayısını ise oldukça azaltacağı muhakkaktır. Fakat bir yabancı batı dilini öğrenmek için büyük zahmet ve külfetlere katlanan Türk aydını ve ilim adamının, kendi ana diline âit üç-beş kaide ve üç-beş bin kelimeyi öğrenemiyeceğini düşünmek, onlara güvensizlikten başka bir şey ifâde etmez. Her şeyiyle bir yabancı dili öğrenmeye gayret eden bir kimsenin kendi öz kültürünün mahsûlleri karşısında