Yabani dağ çiçekleri gibi kokan, iki yana sarkan örgülü saçları, düzgün yuvarlak yüzü ve mahmur bakışlı kızın, maharetli elleriyle pişirip, belki de kendi tadını ve kokusunu harmanladığı, kekik kokulu, nar gibi kızarmış etleri, yabani otların süslediği salatayı, manda yoğurdu, kaymak, tereyağı ve dumanı tüten pideleri getirişi, simsiyah saçları, upuzun kirpikleri, gözünün önünden gelip geçti. Bu kadar güzel bir kızın böyle bir yerde, hatta dağın başında ne işi olabilirdi ki! Taşçı tanıdık sese kaldırdı gözlerini. İlk fark ettiği de, genç kızın örgülü kuzguni saçına inat, boynunun dut beyazı tenini süsleyen firuze taşı kolye oldu. Gülümseyen yüzü, uzun siyah kirpiklerinin arasından bakan, firuze taşını bile kıskandıracak turkuvaz gözleri ısıttı yüreğini. Ayağa kalktı, genç kızın uzanan elini sıktı. Büyülü bir ışık parmaklarından başlayıp, tüm bedenine yayıldı. ‘’En iyi gözlemci, yanındaki bir şey gizlerken, onu izlemeyi akıl edendir!’’ derler. ''Bir kadının saçını öremezsen çözmeyeceksin/Nazını çekemezsen sefasını sürmeyeceksin/Onurunu düşünmezsen kalbine girmeyeceksin.’’ Taşçı, Kırkgeçit çayında çakıl taşı toplarken bulduğu parçaları masanın üzerine yaydı. Yumurta büyüklüğündeki beyaz taşı uzun uzun inceledi. Taşı temizleyip parlatınca, taşın içinde eser haldeki gökkuşağı renklerini far ketti. Taşın içindeki renk armonisi gözlerini kamaştırdı. Lemi ustanın dediği gibi karbon da, zümrüt de çok temiz bir parçaydı. Damarından ayırdığı ve ustasının beğendiği parçayı inceledi. Dikkatli bir göz dışında kimse, elindeki taşın iki parçadan oluştuğunu anlayamazdı. Yine de emin olmak istedi. Tezgâhın çekmecesinden eski bir gazete alıp masaya yaydı. Elması yazıların üzerinde ağır ağır gezdirdi. Aklından ilk geçen isim de elmasa yakıştı. ‘’GÖKKUŞAĞI ELMASI’’ Taşçı, Gökkuşağı Elması’nın en can alıcı fasetalarını kendi bedeninde hissetti. Avuçlarını açtı, sığdıramadı. Gökkuşağı Elması, belki de binlerce yıldır karıştığı çakıl taşlarından sıyrılıp, derenin girdaplar çizerek ilerleyen akıntısına doğru ağır ağır aktı. Genç kız uykusunda arkasını döndü. Taşçı da işlediği elması çevirdi. Teninin büyülü derinliğini süsleyen füme gölgeler hariç, her ayrıntıyı özenle işledi. Elmasın son halini aralık pencereden güneşe tuttu. Gökkuşağı Elması’nın fasetalarından yansıyan ışık, Kapalıçarşı’yı bir uçtan bir uca gezindi. Taşını çekmeceye koyup tekrar sedire uzandı. Ellerinin yorgun, taşa ve metale değip üşümüş parmakları, kendiliğinden ısınacak sıcak bir kuytuya doğru ilerledi. Gözleri yeniden kapandı.
Yabani dağ çiçekleri gibi kokan, iki yana sarkan örgülü saçları, düzgün yuvarlak yüzü ve mahmur bakışlı kızın, maharetli elleriyle pişirip, belki de kendi tadını ve kokusunu harmanladığı, kekik kokulu, nar gibi kızarmış etleri, yabani otların süslediği salatayı, manda yoğurdu, kaymak, tereyağı ve dumanı tüten pideleri getirişi, simsiyah saçları, upuzun kirpikleri, gözünün önünden gelip geçti. Bu kadar güzel bir kızın böyle bir yerde, hatta dağın başında ne işi olabilirdi ki! Taşçı tanıdık sese kaldırdı gözlerini. İlk fark ettiği de, genç kızın örgülü kuzguni saçına inat, boynunun dut beyazı tenini süsleyen firuze taşı kolye oldu. Gülümseyen yüzü, uzun siyah kirpiklerinin arasından bakan, firuze taşını bile kıskandıracak turkuvaz gözleri ısıttı yüreğini. Ayağa kalktı, genç kızın uzanan elini sıktı. Büyülü bir ışık parmaklarından başlayıp, tüm bedenine yayıldı. ‘’En iyi gözlemci, yanındaki bir şey gizlerken, onu izlemeyi akıl edendir!’’ derler. ''Bir kadının saçını öremezsen çözmeyeceksin/Nazını çekemezsen sefasını sürmeyeceksin/Onurunu düşünmezsen kalbine girmeyeceksin.’’ Taşçı, Kırkgeçit çayında çakıl taşı toplarken bulduğu parçaları masanın üzerine yaydı. Yumurta büyüklüğündeki beyaz taşı uzun uzun inceledi. Taşı temizleyip parlatınca, taşın içinde eser haldeki gökkuşağı renklerini far ketti. Taşın içindeki renk armonisi gözlerini kamaştırdı. Lemi ustanın dediği gibi karbon da, zümrüt de çok temiz bir parçaydı. Damarından ayırdığı ve ustasının beğendiği parçayı inceledi. Dikkatli bir göz dışında kimse, elindeki taşın iki parçadan oluştuğunu anlayamazdı. Yine de emin olmak istedi. Tezgâhın çekmecesinden eski bir gazete alıp masaya yaydı. Elması yazıların üzerinde ağır ağır gezdirdi. Aklından ilk geçen isim de elmasa yakıştı. ‘’GÖKKUŞAĞI ELMASI’’ Taşçı, Gökkuşağı Elması’nın en can alıcı fasetalarını kendi bedeninde hissetti. Avuçlarını açtı, sığdıramadı. Gökkuşağı Elması, belki de binlerce yıldır karıştığı çakıl taşlarından sıyrılıp, derenin girdaplar çizerek ilerleyen akıntısına doğru ağır ağır aktı. Genç kız uykusunda arkasını döndü. Taşçı da işlediği elması çevirdi. Teninin büyülü derinliğini süsleyen füme gölgeler hariç, her ayrıntıyı özenle işledi. Elmasın son halini aralık pencereden güneşe tuttu. Gökkuşağı Elması’nın fasetalarından yansıyan ışık, Kapalıçarşı’yı bir uçtan bir uca gezindi. Taşını çekmeceye koyup tekrar sedire uzandı. Ellerinin yorgun, taşa ve metale değip üşümüş parmakları, kendiliğinden ısınacak sıcak bir kuytuya doğru ilerledi. Gözleri yeniden kapandı.