Ölümlü olmamak gibi bir huyu vardır düşüncenin: Çoğunlukla, üreticisinin belli bir şimdi ve buradaya sıkışıp kalmış bireysel yaşamının ötesine geçer, üretildiği dönemin sınırlarını aşıp çok daha uzak zamanlara hitap eder, niyet edilenin dışında, başlangıçta öngörülemeyen geniş kapsamlı sonuçları olur. Öyle ki, düşüncenin mi düşünüre yoksa düşünürün mü düşünceye ait olduğu bile sorulabilir. Hegel de böylesi görkemli düşünceler içeren bir felsefe sisteminin mimarıydı; daha yaşarken bile etkisini hissettiren ve aynı zamanda karşı çıkışlara maruz kalan, ölümünden sonra felsefesi farklı ve hatta, sağ Hegelciler ve sol Hegelciler ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, karşıt perspektiflere kaynaklık etmeye devam eden, neredeyse yüzyılın ardından yine zihinsel dünyanın şekillenmesinde gerek olumlanarak gerek olumsuzlanarak büyük bir rol oynayan ve düşüncesi, özellikle de “devrimin cebiri” denen diyalektiği, akademik tartışmaların dışına taşıp bir şekilde Marksistler aracılığıyla mevcut realiteye, öğrencilere, dahası eğitimsiz halk kitlelerine, işçilere, köylülere taşınan...
Düşünceler kitleler tarafından sahiplendiğinde maddi bir güce dönüşür demişti Marx. Gerçekten de ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl, dünyayı rasyonel bir şekilde değiştirmek isteyenlerin düşüncelerinin, Varlık karşısında salt öznel bir şey olarak kalmayıp ete kemiğe büründüğüne, giderek nesnel bir hal aldığına tanıklık etti. Tüm bu düşüncenin nesnelleşme sürecinde “Hegel’in Gölgesi”ni görmemek mümkün değil.
Hegel’in Gölgesi Bakunin’den Adorno’ya, Hegel’in felsefesinin neredeyse tüm yönlerine işaret eden bir girişin ardından, Hegel tartışmalarına ışık tutmaya çalışıyor, ona yöneltilmiş değişik suçlamaları gündeme getiriyor ve özellikle de dört ülkedeki –Rusya, Fransa, İtalya ve Almanya– Bakunin’den Adorno’ya dek pek çok önemli ismin Hegel’in felsefesiyle kurdukları ilişkinin izini sürüyor. Bu bakımdan Türkçede eksikliğini hissettiğimiz bir boşluğu doldurarak önemli bir kaynak oluşturuyor. Marksist bir perspektiften hareket eden yazarın tüm bu tartışmalar boyunca idealizm ve materyalizmin birliği temelinde geliştirilmiş bir diyalektik kavrayışın önemine dikkat çektiğini de ayrıca belirtmek gerek.
Doğan Barış Kılınç
Ölümlü olmamak gibi bir huyu vardır düşüncenin: Çoğunlukla, üreticisinin belli bir şimdi ve buradaya sıkışıp kalmış bireysel yaşamının ötesine geçer, üretildiği dönemin sınırlarını aşıp çok daha uzak zamanlara hitap eder, niyet edilenin dışında, başlangıçta öngörülemeyen geniş kapsamlı sonuçları olur. Öyle ki, düşüncenin mi düşünüre yoksa düşünürün mü düşünceye ait olduğu bile sorulabilir. Hegel de böylesi görkemli düşünceler içeren bir felsefe sisteminin mimarıydı; daha yaşarken bile etkisini hissettiren ve aynı zamanda karşı çıkışlara maruz kalan, ölümünden sonra felsefesi farklı ve hatta, sağ Hegelciler ve sol Hegelciler ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, karşıt perspektiflere kaynaklık etmeye devam eden, neredeyse yüzyılın ardından yine zihinsel dünyanın şekillenmesinde gerek olumlanarak gerek olumsuzlanarak büyük bir rol oynayan ve düşüncesi, özellikle de “devrimin cebiri” denen diyalektiği, akademik tartışmaların dışına taşıp bir şekilde Marksistler aracılığıyla mevcut realiteye, öğrencilere, dahası eğitimsiz halk kitlelerine, işçilere, köylülere taşınan...
Düşünceler kitleler tarafından sahiplendiğinde maddi bir güce dönüşür demişti Marx. Gerçekten de ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl, dünyayı rasyonel bir şekilde değiştirmek isteyenlerin düşüncelerinin, Varlık karşısında salt öznel bir şey olarak kalmayıp ete kemiğe büründüğüne, giderek nesnel bir hal aldığına tanıklık etti. Tüm bu düşüncenin nesnelleşme sürecinde “Hegel’in Gölgesi”ni görmemek mümkün değil.
Hegel’in Gölgesi Bakunin’den Adorno’ya, Hegel’in felsefesinin neredeyse tüm yönlerine işaret eden bir girişin ardından, Hegel tartışmalarına ışık tutmaya çalışıyor, ona yöneltilmiş değişik suçlamaları gündeme getiriyor ve özellikle de dört ülkedeki –Rusya, Fransa, İtalya ve Almanya– Bakunin’den Adorno’ya dek pek çok önemli ismin Hegel’in felsefesiyle kurdukları ilişkinin izini sürüyor. Bu bakımdan Türkçede eksikliğini hissettiğimiz bir boşluğu doldurarak önemli bir kaynak oluşturuyor. Marksist bir perspektiften hareket eden yazarın tüm bu tartışmalar boyunca idealizm ve materyalizmin birliği temelinde geliştirilmiş bir diyalektik kavrayışın önemine dikkat çektiğini de ayrıca belirtmek gerek.
Doğan Barış Kılınç