Hint felsefesinin temellerine inildiğinde, belki de diğer toplumlarda hiç olmadığı kadar uygarlığın başlangıcına her bakımdan temas ederiz. Kurban, ayin ve tören bilgisi… Brahmanlar, krallar, savaşçılar, toprağa bağlı yaşayanlar… Kadim zamanlardan bu yana toplumsal düzeni, siyasi çalkantıları, dinsel tasavvurları ile metafizik düşünceleri, felsefi algıları iç içe geçmiş, adeta birlikte örülmüş bir dünyanın doğal izleri takip edilir Hint tecrübesinde. Rigveda’dan başlayarak Vedalarda, daha sonra Upanishadlar’da ve diğer bağımsız düşünce sistemlerinde, felsefe ve teoloji, mitoloji ve metafizik arasında net ayırımlar yapmak mümkün değildir. Hintli buna gerek bile duymamıştır. Çünkü zaman ve koşullar değişse de sanki aynı kalanın kesin bilgisine sahip gibidirler. En eski zamanlardaki kurban bilgisi ve ilahileriyle, Upanishadlar döneminin daha karmaşık toplumlarına ait içinden çıkılmaz, güncel, ontolojik ve metafizik problemlerine aynı derinlikte ve ustalıkta yaklaşabilme becerisini gösterirler. Bu haliyle dünyanın en eski felsefesini ortaya koyduğu da söylenebilir ki neredeyse bütün Uzak Doğu ve çevresi, buradan neşet eden manevi ve düşünsel zenginliklerle felsefi ve dinsel yönelimlerini önemli ölçüde belirlemişlerdir. Gene özellikle Schopenhauer’dan başlayarak Batı düşüncesinin gözü de artık Hint felsefesi üzerindedir.
Hint felsefesinde en temel metafizik ve ontolojik konuların ele alınma biçimleri birörnek değildir; bu yüzden birbirleriyle ters düşen ve ciddi anlamda mücadele eden çok çeşitli düşünce ekolleri ve sistemleri ortaya çıkmıştır. Ve belki düşünce tarihi açısından eşsiz olan da, bu süreçte Hint felsefesinin kavramları bu mücadeleler içinde yetkinliğine kavuşurken, aynı zamanda insanlığın ilksel tecrübelerinin canlı birer tanıkları olan mitolojinin ve mitolojik kavramsallaştırmaların bu düşüncenin özünü belirliyor oluşudur. Böylece âdeta insanlık tarihinin kesintisiz sürdüğü bir zenginliği içinde barındırıyor Hint felsefesi.
Hint felsefesinin temellerine inildiğinde, belki de diğer toplumlarda hiç olmadığı kadar uygarlığın başlangıcına her bakımdan temas ederiz. Kurban, ayin ve tören bilgisi… Brahmanlar, krallar, savaşçılar, toprağa bağlı yaşayanlar… Kadim zamanlardan bu yana toplumsal düzeni, siyasi çalkantıları, dinsel tasavvurları ile metafizik düşünceleri, felsefi algıları iç içe geçmiş, adeta birlikte örülmüş bir dünyanın doğal izleri takip edilir Hint tecrübesinde. Rigveda’dan başlayarak Vedalarda, daha sonra Upanishadlar’da ve diğer bağımsız düşünce sistemlerinde, felsefe ve teoloji, mitoloji ve metafizik arasında net ayırımlar yapmak mümkün değildir. Hintli buna gerek bile duymamıştır. Çünkü zaman ve koşullar değişse de sanki aynı kalanın kesin bilgisine sahip gibidirler. En eski zamanlardaki kurban bilgisi ve ilahileriyle, Upanishadlar döneminin daha karmaşık toplumlarına ait içinden çıkılmaz, güncel, ontolojik ve metafizik problemlerine aynı derinlikte ve ustalıkta yaklaşabilme becerisini gösterirler. Bu haliyle dünyanın en eski felsefesini ortaya koyduğu da söylenebilir ki neredeyse bütün Uzak Doğu ve çevresi, buradan neşet eden manevi ve düşünsel zenginliklerle felsefi ve dinsel yönelimlerini önemli ölçüde belirlemişlerdir. Gene özellikle Schopenhauer’dan başlayarak Batı düşüncesinin gözü de artık Hint felsefesi üzerindedir.
Hint felsefesinde en temel metafizik ve ontolojik konuların ele alınma biçimleri birörnek değildir; bu yüzden birbirleriyle ters düşen ve ciddi anlamda mücadele eden çok çeşitli düşünce ekolleri ve sistemleri ortaya çıkmıştır. Ve belki düşünce tarihi açısından eşsiz olan da, bu süreçte Hint felsefesinin kavramları bu mücadeleler içinde yetkinliğine kavuşurken, aynı zamanda insanlığın ilksel tecrübelerinin canlı birer tanıkları olan mitolojinin ve mitolojik kavramsallaştırmaların bu düşüncenin özünü belirliyor oluşudur. Böylece âdeta insanlık tarihinin kesintisiz sürdüğü bir zenginliği içinde barındırıyor Hint felsefesi.