Nerede, nasıl ve hangi koşullarda yaşarsak yaşayalım hepimiz, atomlardan oluşmuş analı kızlı atom çorbasının bir parçasıyız ve yine atomlardan oluşmuş şeyleri yiyerek içerek, soluyarak elde ettiğimiz enerji sayesinde yaşıyoruz. Samanyolu ve güneş sistemimizin hatta bütün evrenin doğrudan etkileri altında, adına Dünya denilen mavi gezegende yaşıyoruz.
Atom altı parçacıklardan atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden organellere, organellerden tek hücreli yaşama geçildiği düşüncesi çoğunluk bilim insanlarınca kabul görmektedir. DNA temelli moleküllerin kayıt sistemi oluşturduğu ve kendisini ve neslini sürdürmek üzere genetik talimatlar taşıdığı düşünceleri, bilim çevresinde artık tartışmaya yer bırakmamaktadır. Öyle ki artık insanların taşıdığı 22 bin genden hangisinin neyle ilişkili olduğu tespit edilebilmekte ve konuyla ilgili eksiklik veya aksaklıkların giderilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Bu demek oluyor ki tek hücreli yaşamdan, her türlü bitki ve canlıların farklı yönlerde ve şekillerde evrimleşerek çok hücreli yaşama geçildiği, hayvanların da mutasyonlarla evrimleşerek bu günlere gelindiği bir süreci yaşadık. Bu süreçte çevresel koşullar canlılığı öylesine zorladı ki, ortaya çıkan canlıların %99’unun (12 farklı insan türünden –homo neslinin 11’i dahil) uyum sağlayamayarak nesillerinin tükendiği ifade edilmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada, yaşamın ilk başladığı dönemdeki kalıtsal malzemelerin çoğunu taşıyor olsak da insan, beyin gelişimi sayesinde diğer varlıklardan ve hayvanlardan ayrılmış durumdadır. Bu ayrım her şeyi değiştirebilecek ölçüde önemli olmakla birlikte, insanlığın bu özelliğinin, yeterince farkına varamadığı ya da farkına varmakla birlikte işine gelmediği için gereğini yapmadıkları görüşündeyiz.
Nerede, nasıl ve hangi koşullarda yaşarsak yaşayalım hepimiz, atomlardan oluşmuş analı kızlı atom çorbasının bir parçasıyız ve yine atomlardan oluşmuş şeyleri yiyerek içerek, soluyarak elde ettiğimiz enerji sayesinde yaşıyoruz. Samanyolu ve güneş sistemimizin hatta bütün evrenin doğrudan etkileri altında, adına Dünya denilen mavi gezegende yaşıyoruz.
Atom altı parçacıklardan atomlara, atomlardan moleküllere, moleküllerden organellere, organellerden tek hücreli yaşama geçildiği düşüncesi çoğunluk bilim insanlarınca kabul görmektedir. DNA temelli moleküllerin kayıt sistemi oluşturduğu ve kendisini ve neslini sürdürmek üzere genetik talimatlar taşıdığı düşünceleri, bilim çevresinde artık tartışmaya yer bırakmamaktadır. Öyle ki artık insanların taşıdığı 22 bin genden hangisinin neyle ilişkili olduğu tespit edilebilmekte ve konuyla ilgili eksiklik veya aksaklıkların giderilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Bu demek oluyor ki tek hücreli yaşamdan, her türlü bitki ve canlıların farklı yönlerde ve şekillerde evrimleşerek çok hücreli yaşama geçildiği, hayvanların da mutasyonlarla evrimleşerek bu günlere gelindiği bir süreci yaşadık. Bu süreçte çevresel koşullar canlılığı öylesine zorladı ki, ortaya çıkan canlıların %99’unun (12 farklı insan türünden –homo neslinin 11’i dahil) uyum sağlayamayarak nesillerinin tükendiği ifade edilmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada, yaşamın ilk başladığı dönemdeki kalıtsal malzemelerin çoğunu taşıyor olsak da insan, beyin gelişimi sayesinde diğer varlıklardan ve hayvanlardan ayrılmış durumdadır. Bu ayrım her şeyi değiştirebilecek ölçüde önemli olmakla birlikte, insanlığın bu özelliğinin, yeterince farkına varamadığı ya da farkına varmakla birlikte işine gelmediği için gereğini yapmadıkları görüşündeyiz.