İnsan hakları modern zamanların önemli bir ideali haline gelmişse de, bütün bir yirminci yüzyıl ile yeni binyılın ilk yılları, bu hakların geçmiş çağlarla karşılaştırılamayacak derecede ihlal edilişine tanıklık etti. Elinizdeki kitap bu paradoksun tarihsel ve kuramsal boyutlarını irdelemektedir.
Kitabın birinci kısmında doğal hukukun alternatif bir tarihi sunulmakta, doğal hakların zulme/tahakküme karşı verilen mücadeleyi ve insanların artık hakir görülmediği/ezilmediği bir toplum uğruna girilen kavgayı temsil etmesi hasebiyle taşıdığı öneme vurgu yapılmaktadır. 18. yüzyılda doğan insan hakları, tarihsel süreç içerisinde, hukuk ile toplum eleştirilirken kerteriz alınan temel noktalardan biri oldu. Haklara ilişkin radikal retorik ve onun sonsuzca genişleme potansiyeli, kendi eylemlerini ahlaki temelde gerekçelendirme arayışında olan hükümetlerin ve bireylerin bu retoriği benimsemelerine, ancak onun radikal yönünü törpülemelerine yol açtı.
Kitabın ikinci kısmında insan haklarının ardında yatan felsefi mantık ele alınmaktadır. Bu bağlamda Kant, Burke, Hegel ve Marx’ın insan hakları kavramıyla ilgili geleneksel yaklaşımlara ışık tutan klasik eleştirileri tartışılmaktadır. Hem evrenselcilerin hem de kültürel görecilerin metafizik özcülüklerini yapıbozuma uğratmak üzere Heidegger’e, Sartre’a ve psikanalize başvurulmaktadır. Nihayet, ötekinin etiğini hesaba katarak ve de yakın tarihte gerçekleşen insan hakları ihlallerine değinerek, insan haklarının amacının hukuku ve siyaseti ahlaki bir bakış açısıyla değerlendirmek olduğu, bunun da günümüzle sınırlı kalmayıp tarihsel açıdan geçerlilik arz eden bir tutum olduğu savunulmaktadır.
İnsan hakları modern zamanların önemli bir ideali haline gelmişse de, bütün bir yirminci yüzyıl ile yeni binyılın ilk yılları, bu hakların geçmiş çağlarla karşılaştırılamayacak derecede ihlal edilişine tanıklık etti. Elinizdeki kitap bu paradoksun tarihsel ve kuramsal boyutlarını irdelemektedir.
Kitabın birinci kısmında doğal hukukun alternatif bir tarihi sunulmakta, doğal hakların zulme/tahakküme karşı verilen mücadeleyi ve insanların artık hakir görülmediği/ezilmediği bir toplum uğruna girilen kavgayı temsil etmesi hasebiyle taşıdığı öneme vurgu yapılmaktadır. 18. yüzyılda doğan insan hakları, tarihsel süreç içerisinde, hukuk ile toplum eleştirilirken kerteriz alınan temel noktalardan biri oldu. Haklara ilişkin radikal retorik ve onun sonsuzca genişleme potansiyeli, kendi eylemlerini ahlaki temelde gerekçelendirme arayışında olan hükümetlerin ve bireylerin bu retoriği benimsemelerine, ancak onun radikal yönünü törpülemelerine yol açtı.
Kitabın ikinci kısmında insan haklarının ardında yatan felsefi mantık ele alınmaktadır. Bu bağlamda Kant, Burke, Hegel ve Marx’ın insan hakları kavramıyla ilgili geleneksel yaklaşımlara ışık tutan klasik eleştirileri tartışılmaktadır. Hem evrenselcilerin hem de kültürel görecilerin metafizik özcülüklerini yapıbozuma uğratmak üzere Heidegger’e, Sartre’a ve psikanalize başvurulmaktadır. Nihayet, ötekinin etiğini hesaba katarak ve de yakın tarihte gerçekleşen insan hakları ihlallerine değinerek, insan haklarının amacının hukuku ve siyaseti ahlaki bir bakış açısıyla değerlendirmek olduğu, bunun da günümüzle sınırlı kalmayıp tarihsel açıdan geçerlilik arz eden bir tutum olduğu savunulmaktadır.