17. asrın en büyük sûfî şairlerinden olan Niyâzî-i Mısrî’nin Mevâidü’l-irfân’ı (İrfan Sofraları) onun şair yönünü besleyen kaynakların, takip ettiği tasavvufî anlayışın, yaşadığı dönemdeki sosyal ve siyasal ilişkilerin tespiti için müstesna bir eserdir. Nispeten otobiyografik tarzda kaleme alınan çalışma, Niyâzî-i Mısrî’nin çocukluk hayatından sürgündeki yıllarına değin yaşadığı birçok anekdotu içinde barındırır. Böylece onun müritlikten şeyhliğe, ümmîlikten şairliğe geçiş süreci ve düşünce yapısındaki değişim izleri takip edilebilmektedir. Zira eserde kaleme alınan ilk sofralar ile son sofralar mukayese edildiğinde neredeyse iki farklı Niyâzî-i Mısrî profili ile karşılaşmak mümkündür.
Niyâzî-i Mısrî’nin İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’nin izinden giderek Ekberî geleneği sürdürdüğü görülmektedir. Nitekim kitabın büyük çoğunluğu cem, fark, cemin cemi, vahdet-i vücûd, ulûhiyet mertebesindeki felekler ve küllî devrelerin sûretleri, urûc-nüzûl nazariyesi, vahdet-kesret ilişkisi gibi bahislerin ele alınmasından müteşekkildir. Aynı zamanda Halvetiyye tarikatının Ahmediyye kolunun Mısriyye şubesinin kurucusu olan Mısrî, tasavvufun nazarî boyutuyla iştigal eden bir tarikat şeyhi olması hasebiyle “tarikatların tasavvuf ilminin nazarî yönünün gerilemesine sebebiyet verdiği” yönündeki eleştirilere de cevap niteliği taşır.
17. asrın en büyük sûfî şairlerinden olan Niyâzî-i Mısrî’nin Mevâidü’l-irfân’ı (İrfan Sofraları) onun şair yönünü besleyen kaynakların, takip ettiği tasavvufî anlayışın, yaşadığı dönemdeki sosyal ve siyasal ilişkilerin tespiti için müstesna bir eserdir. Nispeten otobiyografik tarzda kaleme alınan çalışma, Niyâzî-i Mısrî’nin çocukluk hayatından sürgündeki yıllarına değin yaşadığı birçok anekdotu içinde barındırır. Böylece onun müritlikten şeyhliğe, ümmîlikten şairliğe geçiş süreci ve düşünce yapısındaki değişim izleri takip edilebilmektedir. Zira eserde kaleme alınan ilk sofralar ile son sofralar mukayese edildiğinde neredeyse iki farklı Niyâzî-i Mısrî profili ile karşılaşmak mümkündür.
Niyâzî-i Mısrî’nin İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’nin izinden giderek Ekberî geleneği sürdürdüğü görülmektedir. Nitekim kitabın büyük çoğunluğu cem, fark, cemin cemi, vahdet-i vücûd, ulûhiyet mertebesindeki felekler ve küllî devrelerin sûretleri, urûc-nüzûl nazariyesi, vahdet-kesret ilişkisi gibi bahislerin ele alınmasından müteşekkildir. Aynı zamanda Halvetiyye tarikatının Ahmediyye kolunun Mısriyye şubesinin kurucusu olan Mısrî, tasavvufun nazarî boyutuyla iştigal eden bir tarikat şeyhi olması hasebiyle “tarikatların tasavvuf ilminin nazarî yönünün gerilemesine sebebiyet verdiği” yönündeki eleştirilere de cevap niteliği taşır.