İvan İlyiç, bir doğum öyküsüdür…
İvan İlyiç, yaşamın ta kendisinin, büyümenin ve değişmenin öyküsüdür İvan İlyiç, aslında hayatı anlamlandırma öyküsüdür…
İtibar sahibi bir sorgu yargıcı olan eserin ana karakteri İvan İlyiç, mükemmel gittiğini sandığı hayatından öleceğini anladığı vakte kadar, bir an olsun bile hayatını sorgulamadan, öylesine yaşar. Ne zamanki hastalığına çare bulunmadığını iyiden iyiye hisseder, işte o zaman kabullenmekte zorlansa da
gözlerini yumduğu sahte hayatının rüyasından yavaş yavaş uyanmaya
başlar.
Briç masalarında geçirdiği saatler, eğreti arkadaşlıklar, doğru bir karar olduğunu düşündüğü evliliği, çocuklarıyla ilişkileri hepsi uçsuz bucaksız, derin bir boşluktur adeta artık onun gözünde…
Bu farkındalıkla, acılar içinde kıvranan İvan İlyiç, “Hayatımı doğru yaşadım mı?” sorusuyla yaşı ilerledikçe kendinden uzaklaştığını, yalnızlaştığını kabullenir ve çocukluğundaki masum anların en yaşanılası zamanlar olduğunun bilincine varır.
Edebiyat dehası Tolstoy’un olgunluk çağında yazmış olduğu ölümsüz eserinde, kariyer basamaklarını bir bir tırmanmış bir adamın, hayatında yaşamış olduğu eş zamanlı düşüş gözler önüne seriliyor. Ölüm döşeğinde hayatının koca bir hiçten ibaret olduğunun farkına varan başkarakteri İvan İlyiç’le birlikte usta, varlık sorunsalını muhteşem bir biçimde ele alıyor. Ayrıca büyük yazar, yaşamın realitesini ve Rus aristokrasisinin sofistike yaşam biçiminin yapaylığını sorgulayarak yer yer kullandığı ironi tarzındaki anlatımıyla, aralara kendi yaşamında hissettiği duyguları da serpiştiriyor aynı zamanda.
“Hayat ne gideni getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekeni zamanında yaşayacaksın,
Ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.”
İvan İlyiç, bir doğum öyküsüdür…
İvan İlyiç, yaşamın ta kendisinin, büyümenin ve değişmenin öyküsüdür İvan İlyiç, aslında hayatı anlamlandırma öyküsüdür…
İtibar sahibi bir sorgu yargıcı olan eserin ana karakteri İvan İlyiç, mükemmel gittiğini sandığı hayatından öleceğini anladığı vakte kadar, bir an olsun bile hayatını sorgulamadan, öylesine yaşar. Ne zamanki hastalığına çare bulunmadığını iyiden iyiye hisseder, işte o zaman kabullenmekte zorlansa da
gözlerini yumduğu sahte hayatının rüyasından yavaş yavaş uyanmaya
başlar.
Briç masalarında geçirdiği saatler, eğreti arkadaşlıklar, doğru bir karar olduğunu düşündüğü evliliği, çocuklarıyla ilişkileri hepsi uçsuz bucaksız, derin bir boşluktur adeta artık onun gözünde…
Bu farkındalıkla, acılar içinde kıvranan İvan İlyiç, “Hayatımı doğru yaşadım mı?” sorusuyla yaşı ilerledikçe kendinden uzaklaştığını, yalnızlaştığını kabullenir ve çocukluğundaki masum anların en yaşanılası zamanlar olduğunun bilincine varır.
Edebiyat dehası Tolstoy’un olgunluk çağında yazmış olduğu ölümsüz eserinde, kariyer basamaklarını bir bir tırmanmış bir adamın, hayatında yaşamış olduğu eş zamanlı düşüş gözler önüne seriliyor. Ölüm döşeğinde hayatının koca bir hiçten ibaret olduğunun farkına varan başkarakteri İvan İlyiç’le birlikte usta, varlık sorunsalını muhteşem bir biçimde ele alıyor. Ayrıca büyük yazar, yaşamın realitesini ve Rus aristokrasisinin sofistike yaşam biçiminin yapaylığını sorgulayarak yer yer kullandığı ironi tarzındaki anlatımıyla, aralara kendi yaşamında hissettiği duyguları da serpiştiriyor aynı zamanda.
“Hayat ne gideni getirir, ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekeni zamanında yaşayacaksın,
Ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.”