Kaos Queer+ Dergisi Sayı: 11 Politik Ekonomi 2022

Stok Kodu:
4440000002616
Boyut:
22x24
Sayfa Sayısı:
124
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2022-12
Kapak Türü:
Ciltsiz
Kağıt Türü:
1. Hamur
%10 indirimli
150,00TL
135,00TL
Taksitli fiyat: 9 x 16,50TL
Temin süresi 2-5 gündür.
4440000002616
1275651
Kaos Queer+ Dergisi Sayı: 11 Politik Ekonomi 2022
Kaos Queer+ Dergisi Sayı: 11 Politik Ekonomi 2022
135.00

Politik Ekonomiye Queer Bir Bakış

Evren Savcı

KaosQ+’nın 2022 sayısının temasını queer politik ekonomi olarak belirlerken hem kendi ilgi ve uzmanlık alanımdan yola çıktım, hem de queer çalışmalarda son zamanda giderek daha fazla ilgi gören, queer ve trans teorinin politik ekonomik, hatta Marksist virajı diye adlandırabileceğimiz dönemine dair bir tartışma alanı oluşturmak istedim. Ağırlıklı olarak Foucault’nun şekillendirdiği bir alan olan queer kuramda politik ekonomi icin yer açmak zaman aldı zira Foucault ile Marx’ın iktidar kavramına yaklaşımı arasında derin farklılıklar bulunuyor. Cinselligin Tarihi’nde görüleceği gibi Foucault’nun hedefinde Freud ve onun baskılama hipotezi yer alır. Freud’a göre bireyin doğumdan itibaren doğal, tek tip nesnesi olmayan, çetrefilli arzuları vardır. “Medeniyet” adı altında kurulan düzen devamlılığı açısından insanların üremesine ve aile düzenine gereksinim duyduğundan bireyin sahip olduğu bu doğal arzuların baskılanmasını gerekmektedir. Arzularını bastırmayanlar “sapkın,” baskılayanlar da “nörotik” olur.

Psikanalitik teori ve pratik, özneleri sanki içlerinde dışarı çıkmak için fırsat arayan, doğuştan varolan arzuları varmışçasına değerlendirir. Foucault ise doğal arzuların baskılandığı hipotezine karşı çıkmakla kalmaz. Ona göre modern iktidar arzuları baskılamak yerine aksine -her arzuyu eşit olmamakla birlikte- üretir. Bu yüzden de iktidar ve cinsellik ilişkisini analiz eder görünen Freud ve psikanalitik teori aslında modern gerçeklik rejimlerinden birini oluşturur. Buna dair en önemli örnek “eşcinsel” öznelerin tıbbi ve psikanalitik kurumlar tarafından bir insan türü olarak yaratılmasıdır. Eşcinsel ilişki ve pratiklerin 19’uncu yüzyıla kadar bir insan tipine tekabül etmediğini iddia eden Foucault, psikanalizin “arzu” kategorisi üzerinden bireyleri sanki bir özleri ve iç dünyaları (interiority) varmışçasına ürettiğini yazar. O kadar ki, bir bireyin kendisini eşcinsel kabul etmesi için artık herhangi bir eşcinsel deneyime/pratiğe ihtiyacı yoktur. Modern iktidarın kurumları “birey” dedigimiz liberal özneyi baz alır, bunu yaparken de bu özneyi var eder. Tıp ve psikanaliz bireyleri kendilerinin gerçekliklerini anlatmaya davet eder ama bu itiraf sadece “anormal”lerden beklenir ve böylece cinselliğini itiraf etmesi gerekmeyen, söze dökmeyen heteroseksüel, evli, monogam yetişkin çift, sessiz bir norm olarak belirir ve onanır.

Bu yapısökümcü, baskılamayan, üreten iktidar anlayışı aynı zamanda “subjectless”/öznesiz bir iktidar kuramlar. Foucault’ya göre iktidar öznelerden arındırılmış, her hangi birisinin elinde tutul(a)mayan, ama kendisini özneler aracılığıyla ifade eden söylemsel bir yapıdır. Söylemlerin onların adına konuşan “uzman”ları vardır fakat “yazar”ları yoktur. Bu açıdan cinsellik ve arzuyu çok daha doğrudan kuramlaştırmış Freud’u hedef alan Foucault aslında Marksizm’le de bariz bir biçimde çelişir, çünkü Marx (ve Engels) için iktidar, çıkar, emek sömürüsü, ve ideoloji gibi kavramlarla iç içedir. Bir diğer deyişle iktidar anlayışını tıp ve psikanaliz gibi modern kurumların otoriter söylemler (authoritative discourses), gerçeklik rejimleri ve özneler yaratması üzerinden kuran ve bir insan tipi olarak “eşcinsel”in yaratılışını modernitenin merkezine oturtan Foucault ile emek sömürüsünden çıkar sağlayan burjuvazinin yararlandığı kapitalist düzeni modernitenin merkezi olarak gören Marx arasında ister istemez epistemik bir uçurum varmış gibi görünebilir.

Foucault etkisiyle önce LGBT çalışmaları olarak başlayan, sonra da queer kuram ve çalışmalara yol açan alan Amerika’da dil, söylem ve yapısökümcü tarihsellik etrafında gelişmiş, bu alanda öncü kabul edilen akademisyenler de ağırlıklı olarak İngilizce ve Tarih bölümlerinden çıkmıştır. Dolayısıyla Petrus Liu’nun deyişiyle materyalizm queer kuramda kol gezen bir hayalet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Queer kuram ve çalışmalar alanlarında emek veren ve Marksizm ve kapitalizm eleştirisiyle de ilgilenen akademisyenlerin bu duruma iki türlü müdahalesi olduğunu söyleyebiliriz: Bir grup araştırmacı eşcinsel kimliğin ortaya çıkışının Foucault’nun iddia ettiği gibi sadece tıp ve psikanalizin bilimsel otoritesinin yükselişiyle değil, aynı zamanda, hatta ağırlıklı olarak kapitalizmle de iç içe geçmiş olduğunu iddia eder. Bu konuda en klasik kabul edilen metin John D’Emilio’nun 1983 tarihli Kapitalizm ve Gay Kimlik isimli makalesidir. D’Emilio kapitalizmin ev ve iş alanlarını ayırıp, hane dışında iş hayatı olanakları yaratıp dolaylı yoldan eşcinsel bireylere ailelerinin dışında, onlara bağımlı olmadan hayat kazanma olanakları açtığını yazar. Bu sayede eşcinsellik sadece cinsel bir hayat olarak yaşanmaktan çıkar, “gay”lik olarak bir kimliğe ve heteronormatif ailenin ve onun beklentilerinin içine sıkışmamış bir varoluşa dönüşme fırsatı bulur. Fakat diyalektik bir düşünür olan D’Emilio için kapitalizm bir taraftan aile kurumunu zayıflatırken diğer taraftan da ona ihtiyaç duyan çelişkili bir zemin üretir. Emeğin toplumsal yeniden üretimine ihtiyacı olan kapitalist düzen özellikle ailenin önemi ve kutsallığına vurgu yapan ideolojileri güçlendirir. Bu da kapitalizmin bir taraftan eşcinsel kimliğe alan açarken paradoksal olarak diğer taraftan da onun varoluş imkanlarını kısıtladığı/kısıtlayacağı anlamına gelir.

Ece Durmuş’un bu sayı için giriş bölümünü tercüme ettiği Christopher Chitty’nin Sexual Hegemony (Cinsel Hegemonya) isimli kitabındaysa sodominin suç kapsamına alınması ve finansal bir ceza sistemine bağlanmasının doğrudan kapitalizmin krizleri ile ilişkili olduğu anlatılır. Chitty, Arrighi’nin imparatorluklar zincirini sodomi cezaları üzerinden takip edip işçi/emekçi ayaklanmalarının arttığı dönemlerde sodomi cezalarının da ağırlaştığını tespit eder. Sodomi ve “serserilik/avarelik” (vagrancy) yasaları zamanla iç içe geçer –örneğin 14üncü-15inci yüzyıl Floransa yönetimi “serseri sodomit” kategorisiyle hem “cinsel ahlaksızlığın” yayılması, hem de iş kaynağı “fazlası” olup aile biriminin de dışında kalan nüfusun artmasına dair endişeleri yönetir. Zaten sodomi kanunları zengin ve yoksul gruplara eşit uygulanmaz. Ama bu dengesiz ceza sistemine başkaldırı ihtimaline karşı sodomi itirafları bir “af” gerekçesi olarak üretilir: bu kanunlar sayesinde iktidar fakir vatandaşlarına güya ciddi suçları için sıklıkla “af” çıkartmış görünür, böylece politik ve ekonomik rakiplerinin fakir sınıflara yanaşma ihtimalini de zayıflatır. Chitty için eşcinselliğin itirafı Foucault’nun iddia ettiği gibi önce din, sonra da tıptan kaynaklanan bir kimlik söylemi teşviği değildir. Daha ziyade, bu itiraflar maddi cezalara (ve bazen de sonrasında aflara) tekabül ettiği/ettirildiği için hukuğun devlet ve kapitalizmle ilişkisine dair, söylemin ötesinde materyal bir tarihi olan bir “teşviğe” tekabül eder. Yazar benzer bir şekilde normalliği bilimin kurguladığı “normativite” olarak değil, ulaşmayı başaranlara maddi avantajlar sunan bir statü sistemi olarak kuramlaştırır. Cinselliğin Tarihi Foucault için psikiyatri ve modern tıbbın iktidarının tarihiyse, Chitty icin sodominin parasallaştırılmasının, yani erken modern ve modern kapitalizmin tarihidir.

D’Emilio gibi Chitty de tarihsellikten yoksun bir eşcinsellik anlayışına karşıdır. Bu noktada ikisi de Foucault’dan ayrı düşmez. Mesele daha cok “eşcinsellik” denen kategorinin kayda değer, insanları birbirinden ayıran bir karakteristik olarak ortaya çıkmasının hangi sistemsel koşullar tarafından daha çok etkilenmiş olduğudur. Fakat D’Emilio’dan farklı olarak Chitty eşcinsel öznenin ortaya çıkışını çok daha eski bir tarihe dayandırır. Hem eşcinselliğin hem de homofobinin tarihselleştirilmesi gerektiğini savunup homofobiyi tarihin her döneminde aynı şekilde beden bulmuş “ahlaki panik”lerin bir sonucu olarak görmektense tarihsel materyalizmi queerleştiren bu yaklaşım, homofobinin tarihini inceleyerek kapitalizmin krizlerine dair önemli buluntulara ulaşabileceğimizi öne sürer.

İkinci bir grup akademisyen eşcinsel ve queer kimliklerin kökenlerindense, kapitalizmin, özellikle de geç kapitalizm diye adlandırdığımız neoliberal kapitalizmin LGBT kimlik ve politikalar üzerine etkileriyle ilgilenir. Bu alanda birçok düşünür cinselliğin, toplumsal cinsiyetin ve “normativite”nin politik ekonomiyle ve onun eleştirisiyle girift ve karşılıklı kurucu bir ilişkisi olduğunu öne sürer. “Queer of color critique” alanını açan ilk eserlerden birisi kabul edilen Rod Ferguson’un Aberrations in Black kitabı, tarihsel materyalizmin heteroseksüelliği normalleştirip, düzen, doğa ve evrensellikle  eşleştirdiğinin altını çizer. Kapitalizmin ana çelişkilerinden birisi bir taraftan cinselliği normalleştirip evrenselleştirirken diğer taraftan da normativitenin yarılmalarına alan açmasıdır. Ferguson bazı bedenleri ve grupları ırkssallaştırmanın heteropatriyarkayı evrensel olarak kurgulamakta temel bir rol oynadığı tezinden yola çıkarak, kapitalizm eleştirisi için siyah Amerikalı feminist ve queer yazarlara döner. Yazar artı nüfusların aynı anda hem vazgeçilemez hem de lüzumsuz, kapitalin ihtiyaçlarını hem gideren hem de aşan gruplar olduğu göz önünde bulundurulduğunda, artı nüfus kabul edilenlerin devletin ve kapitalin eleştirisi için potansiyel alanlar olarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Bu sayede diyalektik düşünceden kopmaz, ama kapitalizm eleştirisini tarihsel materyalizmin heteroseksüel üremeyi normalleştiren ideolojisiyle arasına mesafe koyarak dile getirir.

Queer teori ve çalışmaların yüzünü politik ekonomiye dönen akademisyenleri, ağırlıklı olarak kesişimsel bir analitik kullanırlar ve kapitalizmin her zaman “ırksal kapitalizm” (racial capitalism) olmuş olduğunu teslim ederler. Cedric Robinson’ın savunduğu üzere, kapitalizm Marx ve Engels’in beklediğinin aksine toplumları homojenleştirip bütün farkları sadece sınıf farkına indirgememiş, tam tersine heterojenleştirip, azınlıklar yaratmış, birtakım bedenleri ırksal ve dini azınlıklar hakkındaki ideolojilerle sömürülebilir kılmıştır. Azınlık ve kimlik kavramlarının kapitalizm icin nasıl bir işlevi olduğu sorusu bu literatürün cevaplamaya çalıştığı ana sorulardan birisini teşkil eder. Robinson’ın çalışmalarından etkilenen feminist ve queer kuramcılar, toplumsal cinsiyet ve cinselliğin de “fark” dedigimiz şeyin üretildiği önemli vektörler olduğunu savunur, “kadın”ların hem köle ve iş gücünün üremesi için, hem de “social reproduction” (toplumsal yeniden üreme) için uygun (heteroseksüel, yumuşak başlı, sevecen, anaç ve şefkatli) özneler olarak üretilmesinden bahsederler.

Kapitalist düzenin hem radikal eleştiriyi, hem de düzene uymayan ötekileri ehlileştirme ve sisteme dahil etme girişimleri, sistemi dönüştürmeye yönelik queer ve trans hareketleri de etkilemiştir. Örneğin Lisa Duggan özellikle soldan yükselen ve toplumsal cinsiyet, cinsellik ve ırk meselelerini “kimlik politikalarına” indirgeyen duruşu eleştirir. Dahası kapitalizmin, bölüşümün eşitsizliğine dayalı yapısının (varolan ve üretilen) kaynakları tam da bu vektörler üzerinden yaratılan “makbul sayılmayanlara” dezavantajlı olacak şekilde dağıttığının üstünü örttüğünü yazar. Bu yüzden kimlik politikaları tek başına adaletli bir dünya için yeterli olmasa da Duggan için yeniden dağıtım (redistributive) politikaları her zaman tanınma (recognition) politikalarıyla el ele gitmelidir –çünkü sistem tarafından azınlık olarak üretilen bireyler, varolan kaynak dağılımından tarihsel olarak eşitsiz bir şekilde yararlanmıştır. Kimlik, bu eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin adını koymanın bir yoludur.

Gene bu sayı için tercüme ettigimiz Petrus Liu ve Rahul Rao günümüzün jeopolitik koşullarında queer çalışmalara Marxist bir bakış açısı getirirler. Queer kuramcıların jeopolitik tartışmalarda kapitalizm eleştirisini çoğunlukla göz ardı ettikleri ve emperyalizmi kapitalizmden soyutlanabilirmiş gibi ele aldıkları düşünülürse bu yeni çalışmalar queer kurama hem materyalizm hem de jeopolitika katkısında bulundukları için oldukça değerliler. Petrus Liu,  Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’ın ayrılmasını bugün devam etmekte olan bir soğuk savaş mirası olarak değerlendirir. Sosyalizmin bireylerin arzu ve isteklerine ket vurduğu bir düzen, kapitalizmin ise kendilerini gerçekleştirebildikleri bir dünya yarattığına dair postsosyalist ideolojiler LGBT kimlik ve hareketlerini ancak kapitalizm bağlamında düşünülebilir kılar. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kapitalizme geçişinin LGBT hareketlere alan açtığı argümanı tam da bu ideolojilerden beslenir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’daki Marxist queer örgütlenme ve sanat alanlarına bakan Liu, queer politikanın bu neoliberal dönemde bile özgürleşmeyi “hoşgörü, özel yaşam, bireysel haklar ve çeşitlilik (diversity)” gibi liberal parametrelerin dışında değerlendirdiğini saptar.

Rahul Rao, Hindistan ve Uganda’daki LGBT ve LGBT-karşıtı örgütlenme örneklerinden yola çıkarak Jasbir Puar’ın homonasyonalizm kavramına eşlikçi olarak “homokapitalizm” kavramını geliştirir. Jasbir Puar, günümüz jeopolitik koşullarında LGBT-dostu olmayı bir medeniyet seviyesi kabul edip LGBT hakları üzerinden “birinci/üçüncü dünya” ya da “gelişmiş/gelişmekte olan ülkeler” gibi ideolojik karşıtlıkları LGBT hakları üzerinden yeniden üreten neo-emperyalist düzene homonasyonalizm ismini verir. Örneğin Puar, homonasyonalist düzende LGBT-dostu bazı yasalar sayesinde İsrail’in, Filistin’de süregelen işgalci ve ırkçı politikalarına rağmen Orta Doğu’nun tek demokrasisi olduğunu iddia edebildiğini yazar. Hatta LGBT turizmini canlandırma girişimleri İsrail Markası/İsrail’i Markalaştırmak diye çevirebileceğimiz “Brand Israel” kampanyasında önemli rol oynamıştır. Puar, Amerika’nın Irak ve Afganistan’a açtığı savaşlar sırasında ana akım LGBT medya ve örgütlenmelerde bu savaşın “homofobik” ülkelere açıldığı için destek gördüğünü tespit eder. Rahul Rao ise Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların homofobiye karşı pozisyon aldıkları günümüz koşullarında LGBT-dostu olmamanın sadece homonasyonalist ve militarist “ceza”larla disipline edilmediğini ifade eder. Buradan hareketle de LGBT-dostu olmanın bir takım kapitalist fonlarla teşvik edildiği “homokapitalist” bir dünyada queer ve trans aktivistlerin nasıl liberal kapitalist ideolojilerin kıskacına kapılmayan stratejiler geliştirdiğini analiz eder.

Çeviri sayfalarımızda yer verdiğimiz söz konusu düşünürler diyalektik bir metodolojiye başvurarak kapitalist düzenin içinde kendi eleştirisini (antitez) barındırdığını ve queer/trans politikanın bu eleştirinin önemli bir unsuru olduğunu öne süren, gelişmekte olan bir görüşün temsilcileri. Cinsel Hegemonya başlıklı doktora tezini henüz bitirmeden hayatına son veren Christopher Chitty’nin bu sayıda yer alması bir taraftan queer ve trans hayatları yaşan(a)maz kılmaya devam eden bu dünyaya dair acı verici bir hatırlatmaysa, kendisiyle birlikte bu dünyayı nasıl hepimiz için daha yaşanabilir bir yer kılabileceğimizin tahayyülünü ediyor olmamız da bu mücadelenin aramızda olanlar ve olmayanlarla birlikte devam ettiğine dair bir anımsatma.

Ailenin korunması ve güçlendirilmesine dair sağdan yükselen çığlıkların perdesi giderek yükselirken artarken politik ekonomiyi queerleştirmek özel bir önem ve aciliyet taşıyor. Normatif heteroseksüelliği doğal, biyolojik bir yönelimin dışavurumu olarak değil, hegemonik kültürel bir düzen olarak değerlendiriyorsak, kapitalizmin krizlerini irdelerken heteronormatif düzenin politik ekonomide nasıl bir rol oynadığı sorusunu önceliklendirmemiz gerekir. “Medeni cinsel ahlak”ın sadece queerleri ve transları değil, sıklıkla ırksal ve dini azınlıkları (burada memleketimizde Kürtler için “kadınlı erkekli ne yapıyorlarsa dağ başında” dendiğini ve Aleviler’in “mum söndü” gibi hikayelerle ötekileştirildiğini hatırlayalım), “primitif”/medeniyet dışı kabul edilenleri, evlenmeyi reddedenleri, evlilik dışı çocuk sahibi olanları, seks işçilerini ve diğer genel ahlaksızları kapsadığı bu düzende politik ekonominin queerleştirilmesi sadece biz LGBTI+’ler için değil, aile kurumu adına terrörize edilen diğer herkes için de önem taşıyor.

KaosQ+’nın 11’inci sayısında bu ve başka bir çok queer ve trans meseleye kafa yoran hakemli makale ve “queeresk” yazarlarımıza ek olarak Türkiye ve Osmanlı queer çalışmalarında politik ekonominin yerine dair bir yuvarlak masa, ve El1f KK’nın kapitalizm, değişen İstanbul, ve queer aktivizm konusunda hem eserlerini, hem de görüşlerini bulabilirsiniz. Geç kapitalizmin en önemli sosyal etkileri arasında yabancılaştırma, bireyselleştirme, tekilleştirme, hücreleştirme ve yalnızlaştırma olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu sayıyı benim için anlamlı ve özel kılan şeylerden belki de en önemlisi bizi bir araya getirip, birlikte yürüdüğümüz, düşündüğümüz, ürettiğimiz ve varolduğumuz nice andan birini teşkil etmesi. Böyle başka bir zamanda tekrar buluşmak üzere, hepinize iyi okumalar.

Politik Ekonomiye Queer Bir Bakış

Evren Savcı

KaosQ+’nın 2022 sayısının temasını queer politik ekonomi olarak belirlerken hem kendi ilgi ve uzmanlık alanımdan yola çıktım, hem de queer çalışmalarda son zamanda giderek daha fazla ilgi gören, queer ve trans teorinin politik ekonomik, hatta Marksist virajı diye adlandırabileceğimiz dönemine dair bir tartışma alanı oluşturmak istedim. Ağırlıklı olarak Foucault’nun şekillendirdiği bir alan olan queer kuramda politik ekonomi icin yer açmak zaman aldı zira Foucault ile Marx’ın iktidar kavramına yaklaşımı arasında derin farklılıklar bulunuyor. Cinselligin Tarihi’nde görüleceği gibi Foucault’nun hedefinde Freud ve onun baskılama hipotezi yer alır. Freud’a göre bireyin doğumdan itibaren doğal, tek tip nesnesi olmayan, çetrefilli arzuları vardır. “Medeniyet” adı altında kurulan düzen devamlılığı açısından insanların üremesine ve aile düzenine gereksinim duyduğundan bireyin sahip olduğu bu doğal arzuların baskılanmasını gerekmektedir. Arzularını bastırmayanlar “sapkın,” baskılayanlar da “nörotik” olur.

Psikanalitik teori ve pratik, özneleri sanki içlerinde dışarı çıkmak için fırsat arayan, doğuştan varolan arzuları varmışçasına değerlendirir. Foucault ise doğal arzuların baskılandığı hipotezine karşı çıkmakla kalmaz. Ona göre modern iktidar arzuları baskılamak yerine aksine -her arzuyu eşit olmamakla birlikte- üretir. Bu yüzden de iktidar ve cinsellik ilişkisini analiz eder görünen Freud ve psikanalitik teori aslında modern gerçeklik rejimlerinden birini oluşturur. Buna dair en önemli örnek “eşcinsel” öznelerin tıbbi ve psikanalitik kurumlar tarafından bir insan türü olarak yaratılmasıdır. Eşcinsel ilişki ve pratiklerin 19’uncu yüzyıla kadar bir insan tipine tekabül etmediğini iddia eden Foucault, psikanalizin “arzu” kategorisi üzerinden bireyleri sanki bir özleri ve iç dünyaları (interiority) varmışçasına ürettiğini yazar. O kadar ki, bir bireyin kendisini eşcinsel kabul etmesi için artık herhangi bir eşcinsel deneyime/pratiğe ihtiyacı yoktur. Modern iktidarın kurumları “birey” dedigimiz liberal özneyi baz alır, bunu yaparken de bu özneyi var eder. Tıp ve psikanaliz bireyleri kendilerinin gerçekliklerini anlatmaya davet eder ama bu itiraf sadece “anormal”lerden beklenir ve böylece cinselliğini itiraf etmesi gerekmeyen, söze dökmeyen heteroseksüel, evli, monogam yetişkin çift, sessiz bir norm olarak belirir ve onanır.

Bu yapısökümcü, baskılamayan, üreten iktidar anlayışı aynı zamanda “subjectless”/öznesiz bir iktidar kuramlar. Foucault’ya göre iktidar öznelerden arındırılmış, her hangi birisinin elinde tutul(a)mayan, ama kendisini özneler aracılığıyla ifade eden söylemsel bir yapıdır. Söylemlerin onların adına konuşan “uzman”ları vardır fakat “yazar”ları yoktur. Bu açıdan cinsellik ve arzuyu çok daha doğrudan kuramlaştırmış Freud’u hedef alan Foucault aslında Marksizm’le de bariz bir biçimde çelişir, çünkü Marx (ve Engels) için iktidar, çıkar, emek sömürüsü, ve ideoloji gibi kavramlarla iç içedir. Bir diğer deyişle iktidar anlayışını tıp ve psikanaliz gibi modern kurumların otoriter söylemler (authoritative discourses), gerçeklik rejimleri ve özneler yaratması üzerinden kuran ve bir insan tipi olarak “eşcinsel”in yaratılışını modernitenin merkezine oturtan Foucault ile emek sömürüsünden çıkar sağlayan burjuvazinin yararlandığı kapitalist düzeni modernitenin merkezi olarak gören Marx arasında ister istemez epistemik bir uçurum varmış gibi görünebilir.

Foucault etkisiyle önce LGBT çalışmaları olarak başlayan, sonra da queer kuram ve çalışmalara yol açan alan Amerika’da dil, söylem ve yapısökümcü tarihsellik etrafında gelişmiş, bu alanda öncü kabul edilen akademisyenler de ağırlıklı olarak İngilizce ve Tarih bölümlerinden çıkmıştır. Dolayısıyla Petrus Liu’nun deyişiyle materyalizm queer kuramda kol gezen bir hayalet olarak karşımıza çıkmaktadır.

Queer kuram ve çalışmalar alanlarında emek veren ve Marksizm ve kapitalizm eleştirisiyle de ilgilenen akademisyenlerin bu duruma iki türlü müdahalesi olduğunu söyleyebiliriz: Bir grup araştırmacı eşcinsel kimliğin ortaya çıkışının Foucault’nun iddia ettiği gibi sadece tıp ve psikanalizin bilimsel otoritesinin yükselişiyle değil, aynı zamanda, hatta ağırlıklı olarak kapitalizmle de iç içe geçmiş olduğunu iddia eder. Bu konuda en klasik kabul edilen metin John D’Emilio’nun 1983 tarihli Kapitalizm ve Gay Kimlik isimli makalesidir. D’Emilio kapitalizmin ev ve iş alanlarını ayırıp, hane dışında iş hayatı olanakları yaratıp dolaylı yoldan eşcinsel bireylere ailelerinin dışında, onlara bağımlı olmadan hayat kazanma olanakları açtığını yazar. Bu sayede eşcinsellik sadece cinsel bir hayat olarak yaşanmaktan çıkar, “gay”lik olarak bir kimliğe ve heteronormatif ailenin ve onun beklentilerinin içine sıkışmamış bir varoluşa dönüşme fırsatı bulur. Fakat diyalektik bir düşünür olan D’Emilio için kapitalizm bir taraftan aile kurumunu zayıflatırken diğer taraftan da ona ihtiyaç duyan çelişkili bir zemin üretir. Emeğin toplumsal yeniden üretimine ihtiyacı olan kapitalist düzen özellikle ailenin önemi ve kutsallığına vurgu yapan ideolojileri güçlendirir. Bu da kapitalizmin bir taraftan eşcinsel kimliğe alan açarken paradoksal olarak diğer taraftan da onun varoluş imkanlarını kısıtladığı/kısıtlayacağı anlamına gelir.

Ece Durmuş’un bu sayı için giriş bölümünü tercüme ettiği Christopher Chitty’nin Sexual Hegemony (Cinsel Hegemonya) isimli kitabındaysa sodominin suç kapsamına alınması ve finansal bir ceza sistemine bağlanmasının doğrudan kapitalizmin krizleri ile ilişkili olduğu anlatılır. Chitty, Arrighi’nin imparatorluklar zincirini sodomi cezaları üzerinden takip edip işçi/emekçi ayaklanmalarının arttığı dönemlerde sodomi cezalarının da ağırlaştığını tespit eder. Sodomi ve “serserilik/avarelik” (vagrancy) yasaları zamanla iç içe geçer –örneğin 14üncü-15inci yüzyıl Floransa yönetimi “serseri sodomit” kategorisiyle hem “cinsel ahlaksızlığın” yayılması, hem de iş kaynağı “fazlası” olup aile biriminin de dışında kalan nüfusun artmasına dair endişeleri yönetir. Zaten sodomi kanunları zengin ve yoksul gruplara eşit uygulanmaz. Ama bu dengesiz ceza sistemine başkaldırı ihtimaline karşı sodomi itirafları bir “af” gerekçesi olarak üretilir: bu kanunlar sayesinde iktidar fakir vatandaşlarına güya ciddi suçları için sıklıkla “af” çıkartmış görünür, böylece politik ve ekonomik rakiplerinin fakir sınıflara yanaşma ihtimalini de zayıflatır. Chitty için eşcinselliğin itirafı Foucault’nun iddia ettiği gibi önce din, sonra da tıptan kaynaklanan bir kimlik söylemi teşviği değildir. Daha ziyade, bu itiraflar maddi cezalara (ve bazen de sonrasında aflara) tekabül ettiği/ettirildiği için hukuğun devlet ve kapitalizmle ilişkisine dair, söylemin ötesinde materyal bir tarihi olan bir “teşviğe” tekabül eder. Yazar benzer bir şekilde normalliği bilimin kurguladığı “normativite” olarak değil, ulaşmayı başaranlara maddi avantajlar sunan bir statü sistemi olarak kuramlaştırır. Cinselliğin Tarihi Foucault için psikiyatri ve modern tıbbın iktidarının tarihiyse, Chitty icin sodominin parasallaştırılmasının, yani erken modern ve modern kapitalizmin tarihidir.

D’Emilio gibi Chitty de tarihsellikten yoksun bir eşcinsellik anlayışına karşıdır. Bu noktada ikisi de Foucault’dan ayrı düşmez. Mesele daha cok “eşcinsellik” denen kategorinin kayda değer, insanları birbirinden ayıran bir karakteristik olarak ortaya çıkmasının hangi sistemsel koşullar tarafından daha çok etkilenmiş olduğudur. Fakat D’Emilio’dan farklı olarak Chitty eşcinsel öznenin ortaya çıkışını çok daha eski bir tarihe dayandırır. Hem eşcinselliğin hem de homofobinin tarihselleştirilmesi gerektiğini savunup homofobiyi tarihin her döneminde aynı şekilde beden bulmuş “ahlaki panik”lerin bir sonucu olarak görmektense tarihsel materyalizmi queerleştiren bu yaklaşım, homofobinin tarihini inceleyerek kapitalizmin krizlerine dair önemli buluntulara ulaşabileceğimizi öne sürer.

İkinci bir grup akademisyen eşcinsel ve queer kimliklerin kökenlerindense, kapitalizmin, özellikle de geç kapitalizm diye adlandırdığımız neoliberal kapitalizmin LGBT kimlik ve politikalar üzerine etkileriyle ilgilenir. Bu alanda birçok düşünür cinselliğin, toplumsal cinsiyetin ve “normativite”nin politik ekonomiyle ve onun eleştirisiyle girift ve karşılıklı kurucu bir ilişkisi olduğunu öne sürer. “Queer of color critique” alanını açan ilk eserlerden birisi kabul edilen Rod Ferguson’un Aberrations in Black kitabı, tarihsel materyalizmin heteroseksüelliği normalleştirip, düzen, doğa ve evrensellikle  eşleştirdiğinin altını çizer. Kapitalizmin ana çelişkilerinden birisi bir taraftan cinselliği normalleştirip evrenselleştirirken diğer taraftan da normativitenin yarılmalarına alan açmasıdır. Ferguson bazı bedenleri ve grupları ırkssallaştırmanın heteropatriyarkayı evrensel olarak kurgulamakta temel bir rol oynadığı tezinden yola çıkarak, kapitalizm eleştirisi için siyah Amerikalı feminist ve queer yazarlara döner. Yazar artı nüfusların aynı anda hem vazgeçilemez hem de lüzumsuz, kapitalin ihtiyaçlarını hem gideren hem de aşan gruplar olduğu göz önünde bulundurulduğunda, artı nüfus kabul edilenlerin devletin ve kapitalin eleştirisi için potansiyel alanlar olarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Bu sayede diyalektik düşünceden kopmaz, ama kapitalizm eleştirisini tarihsel materyalizmin heteroseksüel üremeyi normalleştiren ideolojisiyle arasına mesafe koyarak dile getirir.

Queer teori ve çalışmaların yüzünü politik ekonomiye dönen akademisyenleri, ağırlıklı olarak kesişimsel bir analitik kullanırlar ve kapitalizmin her zaman “ırksal kapitalizm” (racial capitalism) olmuş olduğunu teslim ederler. Cedric Robinson’ın savunduğu üzere, kapitalizm Marx ve Engels’in beklediğinin aksine toplumları homojenleştirip bütün farkları sadece sınıf farkına indirgememiş, tam tersine heterojenleştirip, azınlıklar yaratmış, birtakım bedenleri ırksal ve dini azınlıklar hakkındaki ideolojilerle sömürülebilir kılmıştır. Azınlık ve kimlik kavramlarının kapitalizm icin nasıl bir işlevi olduğu sorusu bu literatürün cevaplamaya çalıştığı ana sorulardan birisini teşkil eder. Robinson’ın çalışmalarından etkilenen feminist ve queer kuramcılar, toplumsal cinsiyet ve cinselliğin de “fark” dedigimiz şeyin üretildiği önemli vektörler olduğunu savunur, “kadın”ların hem köle ve iş gücünün üremesi için, hem de “social reproduction” (toplumsal yeniden üreme) için uygun (heteroseksüel, yumuşak başlı, sevecen, anaç ve şefkatli) özneler olarak üretilmesinden bahsederler.

Kapitalist düzenin hem radikal eleştiriyi, hem de düzene uymayan ötekileri ehlileştirme ve sisteme dahil etme girişimleri, sistemi dönüştürmeye yönelik queer ve trans hareketleri de etkilemiştir. Örneğin Lisa Duggan özellikle soldan yükselen ve toplumsal cinsiyet, cinsellik ve ırk meselelerini “kimlik politikalarına” indirgeyen duruşu eleştirir. Dahası kapitalizmin, bölüşümün eşitsizliğine dayalı yapısının (varolan ve üretilen) kaynakları tam da bu vektörler üzerinden yaratılan “makbul sayılmayanlara” dezavantajlı olacak şekilde dağıttığının üstünü örttüğünü yazar. Bu yüzden kimlik politikaları tek başına adaletli bir dünya için yeterli olmasa da Duggan için yeniden dağıtım (redistributive) politikaları her zaman tanınma (recognition) politikalarıyla el ele gitmelidir –çünkü sistem tarafından azınlık olarak üretilen bireyler, varolan kaynak dağılımından tarihsel olarak eşitsiz bir şekilde yararlanmıştır. Kimlik, bu eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin adını koymanın bir yoludur.

Gene bu sayı için tercüme ettigimiz Petrus Liu ve Rahul Rao günümüzün jeopolitik koşullarında queer çalışmalara Marxist bir bakış açısı getirirler. Queer kuramcıların jeopolitik tartışmalarda kapitalizm eleştirisini çoğunlukla göz ardı ettikleri ve emperyalizmi kapitalizmden soyutlanabilirmiş gibi ele aldıkları düşünülürse bu yeni çalışmalar queer kurama hem materyalizm hem de jeopolitika katkısında bulundukları için oldukça değerliler. Petrus Liu,  Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’ın ayrılmasını bugün devam etmekte olan bir soğuk savaş mirası olarak değerlendirir. Sosyalizmin bireylerin arzu ve isteklerine ket vurduğu bir düzen, kapitalizmin ise kendilerini gerçekleştirebildikleri bir dünya yarattığına dair postsosyalist ideolojiler LGBT kimlik ve hareketlerini ancak kapitalizm bağlamında düşünülebilir kılar. Çin Halk Cumhuriyeti’nin kapitalizme geçişinin LGBT hareketlere alan açtığı argümanı tam da bu ideolojilerden beslenir. Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’daki Marxist queer örgütlenme ve sanat alanlarına bakan Liu, queer politikanın bu neoliberal dönemde bile özgürleşmeyi “hoşgörü, özel yaşam, bireysel haklar ve çeşitlilik (diversity)” gibi liberal parametrelerin dışında değerlendirdiğini saptar.

Rahul Rao, Hindistan ve Uganda’daki LGBT ve LGBT-karşıtı örgütlenme örneklerinden yola çıkarak Jasbir Puar’ın homonasyonalizm kavramına eşlikçi olarak “homokapitalizm” kavramını geliştirir. Jasbir Puar, günümüz jeopolitik koşullarında LGBT-dostu olmayı bir medeniyet seviyesi kabul edip LGBT hakları üzerinden “birinci/üçüncü dünya” ya da “gelişmiş/gelişmekte olan ülkeler” gibi ideolojik karşıtlıkları LGBT hakları üzerinden yeniden üreten neo-emperyalist düzene homonasyonalizm ismini verir. Örneğin Puar, homonasyonalist düzende LGBT-dostu bazı yasalar sayesinde İsrail’in, Filistin’de süregelen işgalci ve ırkçı politikalarına rağmen Orta Doğu’nun tek demokrasisi olduğunu iddia edebildiğini yazar. Hatta LGBT turizmini canlandırma girişimleri İsrail Markası/İsrail’i Markalaştırmak diye çevirebileceğimiz “Brand Israel” kampanyasında önemli rol oynamıştır. Puar, Amerika’nın Irak ve Afganistan’a açtığı savaşlar sırasında ana akım LGBT medya ve örgütlenmelerde bu savaşın “homofobik” ülkelere açıldığı için destek gördüğünü tespit eder. Rahul Rao ise Dünya Bankası ve IMF gibi kurumların homofobiye karşı pozisyon aldıkları günümüz koşullarında LGBT-dostu olmamanın sadece homonasyonalist ve militarist “ceza”larla disipline edilmediğini ifade eder. Buradan hareketle de LGBT-dostu olmanın bir takım kapitalist fonlarla teşvik edildiği “homokapitalist” bir dünyada queer ve trans aktivistlerin nasıl liberal kapitalist ideolojilerin kıskacına kapılmayan stratejiler geliştirdiğini analiz eder.

Çeviri sayfalarımızda yer verdiğimiz söz konusu düşünürler diyalektik bir metodolojiye başvurarak kapitalist düzenin içinde kendi eleştirisini (antitez) barındırdığını ve queer/trans politikanın bu eleştirinin önemli bir unsuru olduğunu öne süren, gelişmekte olan bir görüşün temsilcileri. Cinsel Hegemonya başlıklı doktora tezini henüz bitirmeden hayatına son veren Christopher Chitty’nin bu sayıda yer alması bir taraftan queer ve trans hayatları yaşan(a)maz kılmaya devam eden bu dünyaya dair acı verici bir hatırlatmaysa, kendisiyle birlikte bu dünyayı nasıl hepimiz için daha yaşanabilir bir yer kılabileceğimizin tahayyülünü ediyor olmamız da bu mücadelenin aramızda olanlar ve olmayanlarla birlikte devam ettiğine dair bir anımsatma.

Ailenin korunması ve güçlendirilmesine dair sağdan yükselen çığlıkların perdesi giderek yükselirken artarken politik ekonomiyi queerleştirmek özel bir önem ve aciliyet taşıyor. Normatif heteroseksüelliği doğal, biyolojik bir yönelimin dışavurumu olarak değil, hegemonik kültürel bir düzen olarak değerlendiriyorsak, kapitalizmin krizlerini irdelerken heteronormatif düzenin politik ekonomide nasıl bir rol oynadığı sorusunu önceliklendirmemiz gerekir. “Medeni cinsel ahlak”ın sadece queerleri ve transları değil, sıklıkla ırksal ve dini azınlıkları (burada memleketimizde Kürtler için “kadınlı erkekli ne yapıyorlarsa dağ başında” dendiğini ve Aleviler’in “mum söndü” gibi hikayelerle ötekileştirildiğini hatırlayalım), “primitif”/medeniyet dışı kabul edilenleri, evlenmeyi reddedenleri, evlilik dışı çocuk sahibi olanları, seks işçilerini ve diğer genel ahlaksızları kapsadığı bu düzende politik ekonominin queerleştirilmesi sadece biz LGBTI+’ler için değil, aile kurumu adına terrörize edilen diğer herkes için de önem taşıyor.

KaosQ+’nın 11’inci sayısında bu ve başka bir çok queer ve trans meseleye kafa yoran hakemli makale ve “queeresk” yazarlarımıza ek olarak Türkiye ve Osmanlı queer çalışmalarında politik ekonominin yerine dair bir yuvarlak masa, ve El1f KK’nın kapitalizm, değişen İstanbul, ve queer aktivizm konusunda hem eserlerini, hem de görüşlerini bulabilirsiniz. Geç kapitalizmin en önemli sosyal etkileri arasında yabancılaştırma, bireyselleştirme, tekilleştirme, hücreleştirme ve yalnızlaştırma olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu sayıyı benim için anlamlı ve özel kılan şeylerden belki de en önemlisi bizi bir araya getirip, birlikte yürüdüğümüz, düşündüğümüz, ürettiğimiz ve varolduğumuz nice andan birini teşkil etmesi. Böyle başka bir zamanda tekrar buluşmak üzere, hepinize iyi okumalar.

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat