"Hümanizm Üzerine Mektup" adlı çalışmasında Martin Heidegger, bir dünyası olmayan aksine sadece bir çevre içinde konumlanan hayvanın aksine, insanın kendine has bir dünyasının bulunduğunu söyler. İnsanın bu dünyasına rengini veren, düşünce ve yaşam pratiklerine anlam katan ise onun dinî, ahlakî ve metafizik kabulleridir. İnsana evrende yer tutan bütün diğer varlıklardan farklı olduğunu hissettiren bu metafizik köktür. Bu kök, insanın değerinin ve onurunun kaynağıdır. Bu hesaba katılmadan insan sadece beynine ve bu beynin kontrol ettiği bedene indirgenirse, "insanın onuruna ve değerine" kaynaklık eden nirengi noktasını kaybederiz. İnsan başarısının artık sınır deneyimi yaşadığı tıp gibi alanlarda özellikle bu metafiziksel köken ıskalanırsa, toplum, tabiri caizse, bir tür insanat bahçesine dönüşür ve genetik gibi bilimler stok nesne haline gelir. İnsanı sadece genetiğin tekeline bıraktığımızda, insan varoluşunun en ciddi sorunlarıyla karşılaşabiliriz. Etiyolojik ve dinî değerlere kapalı olarak insanla ilgili yapılacak çalışmalar, sonunda gen faşizmine yahut gen ırkçılığına varıp dayanır: Belli özellikleri taşımayan genetik özellikli ceninleri daha anne karnındayken yok etmek; belli genetik özellikler taşıyan spermlerin ticaretini yapmak, bu gen faşizminin örnekleri olarak şu anda bile uygulama alanı bulmaktadır. Belki bu gidişat bizi, şu acımasız soruyu soran Philo’yla buluşturacaktır: "Delileri ölü varsaysak ne olur? Zira en soylu parçamız olan akıldan yoksunlar." İnsanı bütünüyle beynine indirgeyen ve metafizik kökenini ıskalayan paradigmanın sordurduğu zorunlu bir sorudur bu.
"Hümanizm Üzerine Mektup" adlı çalışmasında Martin Heidegger, bir dünyası olmayan aksine sadece bir çevre içinde konumlanan hayvanın aksine, insanın kendine has bir dünyasının bulunduğunu söyler. İnsanın bu dünyasına rengini veren, düşünce ve yaşam pratiklerine anlam katan ise onun dinî, ahlakî ve metafizik kabulleridir. İnsana evrende yer tutan bütün diğer varlıklardan farklı olduğunu hissettiren bu metafizik köktür. Bu kök, insanın değerinin ve onurunun kaynağıdır. Bu hesaba katılmadan insan sadece beynine ve bu beynin kontrol ettiği bedene indirgenirse, "insanın onuruna ve değerine" kaynaklık eden nirengi noktasını kaybederiz. İnsan başarısının artık sınır deneyimi yaşadığı tıp gibi alanlarda özellikle bu metafiziksel köken ıskalanırsa, toplum, tabiri caizse, bir tür insanat bahçesine dönüşür ve genetik gibi bilimler stok nesne haline gelir. İnsanı sadece genetiğin tekeline bıraktığımızda, insan varoluşunun en ciddi sorunlarıyla karşılaşabiliriz. Etiyolojik ve dinî değerlere kapalı olarak insanla ilgili yapılacak çalışmalar, sonunda gen faşizmine yahut gen ırkçılığına varıp dayanır: Belli özellikleri taşımayan genetik özellikli ceninleri daha anne karnındayken yok etmek; belli genetik özellikler taşıyan spermlerin ticaretini yapmak, bu gen faşizminin örnekleri olarak şu anda bile uygulama alanı bulmaktadır. Belki bu gidişat bizi, şu acımasız soruyu soran Philo’yla buluşturacaktır: "Delileri ölü varsaysak ne olur? Zira en soylu parçamız olan akıldan yoksunlar." İnsanı bütünüyle beynine indirgeyen ve metafizik kökenini ıskalayan paradigmanın sordurduğu zorunlu bir sorudur bu.