Eski Türk edebiyatının en köklü ve önemli sahalarından biri bugün “Klasik” vasfıyla nitelendirdiğimiz Divan Şiiri sahasıdır. Bu on asır içinde milletimizin duygu ve düşünce hayatını dille ifade etmede mükemmelliğe ulaşmış olan edebiyatımızın adı Divan Şiiri’dir. Türkler İslam medeniyeti dairesine girdikten sonra zamanla alfabelerini de değiştirmişler ve Arap harflerini kullanmaya başlamışlardır. Bu önemli değişiklik, Türklerin Anadolu’ya yerleşip burada Türkçeyi edebiyat ve devlet dili olarak geliştirmeleriyle birlikte bin yıllık muhteşem bir birikimi doğuracak sürecin de başlangıcı olmuştur. 1928’e kadar devam eden bu dönemin semeresi binlerce cilt kitap, henüz tasnifi bile tamamlanmamış milyonlarca arşiv belgesi; camileri, müzeleri süsleyen hüsnühat eserleri; her biri Balkanlardan Afrika’ya kadar yayılmış geniş bir coğrafyada silinmez bir mühür gibi duran kitabeler olarak önümüzdedir. Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi, bir milletin sanat ve edebiyatının –ne kadar keskin dönüşümler ve kopukluklar olursa olsun- bir bütün olduğu, telakkisi bu tür çalışmaların temel önermelerinden biri olarak karşımıza çıkar. İnsanoğlu nasıl sağlam bir hafızayla sağlıklı bir ruh hālinde bulunuyorsa milletler de öylece geçmişlerini hatırladıkları miktarda, onları toplum yapan kültürel aktarım zincirlerini muhafaza ettikleri sürece sağlıklı olabilirler. Toplumsal hafızanın yaşatılması, ancak yazılı metinlerin bilinip anlaşılmasıyla, okunmasıyla ve hatta günışığına çıkartılmasıyla mümkün olabilir.
Eski Türk edebiyatının en köklü ve önemli sahalarından biri bugün “Klasik” vasfıyla nitelendirdiğimiz Divan Şiiri sahasıdır. Bu on asır içinde milletimizin duygu ve düşünce hayatını dille ifade etmede mükemmelliğe ulaşmış olan edebiyatımızın adı Divan Şiiri’dir. Türkler İslam medeniyeti dairesine girdikten sonra zamanla alfabelerini de değiştirmişler ve Arap harflerini kullanmaya başlamışlardır. Bu önemli değişiklik, Türklerin Anadolu’ya yerleşip burada Türkçeyi edebiyat ve devlet dili olarak geliştirmeleriyle birlikte bin yıllık muhteşem bir birikimi doğuracak sürecin de başlangıcı olmuştur. 1928’e kadar devam eden bu dönemin semeresi binlerce cilt kitap, henüz tasnifi bile tamamlanmamış milyonlarca arşiv belgesi; camileri, müzeleri süsleyen hüsnühat eserleri; her biri Balkanlardan Afrika’ya kadar yayılmış geniş bir coğrafyada silinmez bir mühür gibi duran kitabeler olarak önümüzdedir. Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi, bir milletin sanat ve edebiyatının –ne kadar keskin dönüşümler ve kopukluklar olursa olsun- bir bütün olduğu, telakkisi bu tür çalışmaların temel önermelerinden biri olarak karşımıza çıkar. İnsanoğlu nasıl sağlam bir hafızayla sağlıklı bir ruh hālinde bulunuyorsa milletler de öylece geçmişlerini hatırladıkları miktarda, onları toplum yapan kültürel aktarım zincirlerini muhafaza ettikleri sürece sağlıklı olabilirler. Toplumsal hafızanın yaşatılması, ancak yazılı metinlerin bilinip anlaşılmasıyla, okunmasıyla ve hatta günışığına çıkartılmasıyla mümkün olabilir.