Hayatın rutini içinde nasıl da kayboluyor, insan?/! Aceleci bir tavırla yüklendiğimiz toplumsal ve bireysel roller zaman içinde mekanik bir tekrara dönüşüyor. Nihayetinde özellikle hayatla ilgili her şeyin baş döndürücü bir hızla değiştiği büyük kentlerde her biri ayrı kıvamda ve renkte yaratılmış olmalarına rağmen birbirinden ayrışmayan, dolayısıyla hiçbiri kendisi olmayan, yığınlar içinde kaybolmuş, körel(til)miş klişe ruhlara tanık oluyoruz. Günbegün öznel aidiyetimizi yitirmeye belki de ruhsal duyarsızlaş(tırıl)manın verdiği görece izole güven için rıza gösteriyoruz. Tabi bu sırada hayatı içselleştirerek yaşayamıyoruz; bilakis sadece hızına yetişemediğimiz bir dizi oluşun çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde peşinden sürükleniyoruz. İşte bunalımının bu evresinde insan, kendisinden kaçmak istiyor ama öyle şehirden ya da evden kaçar gibi değil, daha beter bir kaçışla; bizzat kendisini görmezden gelerek ve bu derdin sırf kendini değil, tüm toplumu kuşattığı bahanesine sığınarak. Tekdüzelik ve tektiplilik, bir kültüre dönüşüp varoluşumuzu kemiriyor; üstelik bununla semiriyor. Tek tip binalar, tek tip evler, tek tip eşyalar, tek tip parklar, tek tip giyimler ve nihayet tek tip insanlar… Sanki bir deli üniformasını bilinçli veya bilinçsiz geçiriyoruz üzerimize. İşte bu kitap; Bu konudaki vebali, bütünüyle benim dışımda kalan dünyaya yüklemek istemediğime dair içli bir haykırışın; hayatımızı soluklaştıran tekdüzelik ve ritimsizliğin vebalinden kaçmak yerine, “Ne oldu da bu derecede sıradanlaştık?” sorusuna önce kendimi, sonra da çığlıklarıma kulak kabartanları yöneltmeyi amaçlayan bir serzenişin hikâyesi. Özellikle ve öncelikle de içimizde devleşen putlar(ımız)a karşı en derinden, en içten, en samimi başkaldırının ve özgün bir varoluşun, yani kendi devingenliğinde bir varoluş arayışının en erken, en samimi ve en saf ifadesi. Gerekçesi ise davamızın evvelemirde “La/لا” ile başlaması.
Hayatın rutini içinde nasıl da kayboluyor, insan?/! Aceleci bir tavırla yüklendiğimiz toplumsal ve bireysel roller zaman içinde mekanik bir tekrara dönüşüyor. Nihayetinde özellikle hayatla ilgili her şeyin baş döndürücü bir hızla değiştiği büyük kentlerde her biri ayrı kıvamda ve renkte yaratılmış olmalarına rağmen birbirinden ayrışmayan, dolayısıyla hiçbiri kendisi olmayan, yığınlar içinde kaybolmuş, körel(til)miş klişe ruhlara tanık oluyoruz. Günbegün öznel aidiyetimizi yitirmeye belki de ruhsal duyarsızlaş(tırıl)manın verdiği görece izole güven için rıza gösteriyoruz. Tabi bu sırada hayatı içselleştirerek yaşayamıyoruz; bilakis sadece hızına yetişemediğimiz bir dizi oluşun çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde peşinden sürükleniyoruz. İşte bunalımının bu evresinde insan, kendisinden kaçmak istiyor ama öyle şehirden ya da evden kaçar gibi değil, daha beter bir kaçışla; bizzat kendisini görmezden gelerek ve bu derdin sırf kendini değil, tüm toplumu kuşattığı bahanesine sığınarak. Tekdüzelik ve tektiplilik, bir kültüre dönüşüp varoluşumuzu kemiriyor; üstelik bununla semiriyor. Tek tip binalar, tek tip evler, tek tip eşyalar, tek tip parklar, tek tip giyimler ve nihayet tek tip insanlar… Sanki bir deli üniformasını bilinçli veya bilinçsiz geçiriyoruz üzerimize. İşte bu kitap; Bu konudaki vebali, bütünüyle benim dışımda kalan dünyaya yüklemek istemediğime dair içli bir haykırışın; hayatımızı soluklaştıran tekdüzelik ve ritimsizliğin vebalinden kaçmak yerine, “Ne oldu da bu derecede sıradanlaştık?” sorusuna önce kendimi, sonra da çığlıklarıma kulak kabartanları yöneltmeyi amaçlayan bir serzenişin hikâyesi. Özellikle ve öncelikle de içimizde devleşen putlar(ımız)a karşı en derinden, en içten, en samimi başkaldırının ve özgün bir varoluşun, yani kendi devingenliğinde bir varoluş arayışının en erken, en samimi ve en saf ifadesi. Gerekçesi ise davamızın evvelemirde “La/لا” ile başlaması.