2050-Dünya
Teninde hissettiği kristalimsi gölge gerçek ve hayal arasındaki bir gölgeden ibaretti. Yatak odasında bulunan kahverengi çalışma masasının altına oturmuş pencerenin kıvrımlarından utangaç bir âşık gibi görünen dolunaya baktı. Gözlerini hafif kapatarak dolunayda çıplak ayakları yere basarak yürümeyi hayal etti.
Yalnızlığın eşsiz hazzını doruklarına kadar hissetmeye çalıştı. Odasında bulunan eşyalara bakıp aslında ne kadar da zavallı göründüklerini düşündü. Bir şeyler yanlıştı ve yanlış gitmeye devam ediyorlardı. Tek bildiği ruhunun sıkışıp kaldığı ve bir gün beyninin tamamen patlayıp tüm atomlarının gökyüzüne dağılacağıydı. Yıldız olması gereken yerde beyaz kirli bir duvar gibi görünen gökyüzüne dağılacaktı.
Bir yerde olamamanın verdiği hissizlik ve kalabalığın arasında kendini boş bir teneke gibi hissedişi tamamen zamanın getirdiği bir varsayımdı. Nefret duygusu öyle indirgenmişti ki hiçbir şey hissedemiyor hissettiği anda öğürüyordu.
Anlamlarını sorduğu ve sorguladığı zamanlarda ne kadar da umutlu olduğunu düşünüyor ve bir iç çekişle her şeyin daha farklı olması için adaklar dilediğini anımsıyordu.
Yemek salonundan gelen tabak bıçak sesleri ile irkilmenin aslında her şeyden ne kadar da korktuğunu dile getiriyordu.
“Yemeğe gelmeyecek misin?”
Yaşam için gerekli miydi?
Ya yemek yemeden de doyulabileceğini biliyor ve kimseye söylemiyorsa?
Neden birini anlamanın cehennemle eş değer olduğu bir dünyada yaşıyordu?
Bunu kim seçmişti ya da kimin rızası alınarak bu yeryüzüne gönderilmişti?
2050-Dünya
Teninde hissettiği kristalimsi gölge gerçek ve hayal arasındaki bir gölgeden ibaretti. Yatak odasında bulunan kahverengi çalışma masasının altına oturmuş pencerenin kıvrımlarından utangaç bir âşık gibi görünen dolunaya baktı. Gözlerini hafif kapatarak dolunayda çıplak ayakları yere basarak yürümeyi hayal etti.
Yalnızlığın eşsiz hazzını doruklarına kadar hissetmeye çalıştı. Odasında bulunan eşyalara bakıp aslında ne kadar da zavallı göründüklerini düşündü. Bir şeyler yanlıştı ve yanlış gitmeye devam ediyorlardı. Tek bildiği ruhunun sıkışıp kaldığı ve bir gün beyninin tamamen patlayıp tüm atomlarının gökyüzüne dağılacağıydı. Yıldız olması gereken yerde beyaz kirli bir duvar gibi görünen gökyüzüne dağılacaktı.
Bir yerde olamamanın verdiği hissizlik ve kalabalığın arasında kendini boş bir teneke gibi hissedişi tamamen zamanın getirdiği bir varsayımdı. Nefret duygusu öyle indirgenmişti ki hiçbir şey hissedemiyor hissettiği anda öğürüyordu.
Anlamlarını sorduğu ve sorguladığı zamanlarda ne kadar da umutlu olduğunu düşünüyor ve bir iç çekişle her şeyin daha farklı olması için adaklar dilediğini anımsıyordu.
Yemek salonundan gelen tabak bıçak sesleri ile irkilmenin aslında her şeyden ne kadar da korktuğunu dile getiriyordu.
“Yemeğe gelmeyecek misin?”
Yaşam için gerekli miydi?
Ya yemek yemeden de doyulabileceğini biliyor ve kimseye söylemiyorsa?
Neden birini anlamanın cehennemle eş değer olduğu bir dünyada yaşıyordu?
Bunu kim seçmişti ya da kimin rızası alınarak bu yeryüzüne gönderilmişti?