Okuduğumuz her kitap bizde olumlu ya da olumsuz bir iz bırakır. “Toplumun Reddettiği: Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık” kitabı sadece olumlu bir iz bırakmakla yetinmedi; damgalama, dışlama ve ayrımcılık karşıtı mücadelemizde bizi cesaretlendirdi ve bir tür manifesto işlevi üstlendi. Ana yapısı itibarıyla akademik olan bir kitabın, toplumda yaşayan herhangi bir insanın duygularına ve düşüncelerine dokunabilmesi az bulunur bir özelliktir. Thornicroft bu kitabında bunu başarmıştır. Yılların bilgi ve deneyim birikimi ışığında, bir yandan sorunu bizzat yaşayan insanların yaşadıkları acıyı ete kemiğe büründürüp sergilerken ve toplumu oluşturan her bir bireye sorumluluklarını hatırlatırken; diğer yandan konuyla ilgili bilim insanlarına öncelikleri, hassasiyetleri ve esas olarak yapılması gerekenleri işaret etmiştir.
Thornicroft'un temel mesajı, damgalama, dışlama ve ayrımcılıkla mücadele konusunda, doğrudan doğruya gerçekliğin bizatihi kendisine odaklanmak gerektiğidir. Günümüze dek gösterilen çabaların birkaç küçük istisna dışında, duygudan yoksun, bağlamdan kopuk, dolaylı ve varsayımsal niteliklerine dikkat çeken yazar, artık odağın damgalamadan ayrımcılığa bilinçli olarak aktarılması gerektiğini öne sürmektedir. Bunun sağlayacağı pek çok kazanım olacaktır. Belirleyici olan tutum değil, hayatın içindeki davranış biçimidir. Ne söylediğimiz ya da ne düşündüğümüzden çok, ne yaptığımızdır. Örneğin bir işverenin varsayımsal olarak ruhsal hastalığı olan birisini işe alacağını söylemesi değil, somut olarak işe alıp almadığı önemlidir. Böylesi “yaşayan” girişimler, ruhsal hastalığı olan insanlara ilişkin davranışların hangi müdahalelerle değişip değişmediğinin açık olarak sınanmasına olanak tanıyacaktır. Mesele, “zavallı deli”ye acıyarak yardım etme meselesi değildir. Yasalar önünde herkesin eşit olması ve bunun bağlayıcılığıdır. Ayrımcılık karşıtı politikalar ve hukuki girişimler herkes için eşit olarak yaşama geçirilmelidir. Ayrımcılık karşısındaki bakış açısı “damgalanan” kişiye odaklanmaktan çok, “damgalayan” kişiye odaklanan bir nitelik taşımalıdır. Bununla birlikte, ruhsal hastalığı olan insanlara dair adaletsizlik, haksızlık ve ayrımcılık konusundaki çalışmalarda, onların yaşadığı deneyimler yol gösterici olmalıdır.
Çeviri dili konusunda olabildiğince esnek olmaya çalıştık. Türkçenin bilim dili olarak varsıllaşması elbette çok önemli. Ancak ayrımcılık gibi hassas bir konuda anlaşılır olmak herşeyden daha önemli. Bu nedenle kendimizi serbest bıraktık, zorlamadık. Yeri geldi olanak dedik, yeri geldi imkan. Detay da dedik ayrıntı da. Etken de dedik, faktör de… “Mental Illness” teriminin karşılığı olarak, “akıl hastalığı” yerine “ruhsal hastalık “ sözcüklerini kullanmayı tercih ettik. Sadece kitabın adını Türkçe ifade ederken bile, bir seçim yapmak durumunda kalmak bizim için yeterince zorlayıcı oldu. “Shun” sözcüğünü Türkçede karşılayan, yakın duran, akrabalığı olan o kadar çok sözcük var ki, birini tercih etmek zorundaydık. Yine de bu akraba sözcükleri burada anmak yaralı olcaktır: Dışlamak, kaçınmak, yok saymak, görmezden gelmek, uzak durmak, hor görmek, hakir görmek, reddetmek, küçümsemek, nefret etmek, aşağılamak, tenezzül etmemek, tepeden bakmak, küçük görmek, iğrenmek, çekinmek, ihmal etmek, savsaklamak, boşlamak, aldırmamak, ilgisiz kalmak, karşı koymak, geri çevirmek, refüze etmek, çıkarıp atmak, kusmak, istememek, kabul etmemek, adam yerine koymamak, hiçe saymak, beğenmemek, uzak durmak… Nasıl? Hepsi yeterince olumsuz değil mi? Aslında dini bağlamda kullanılan “aforoz etmek” sözcüğü belki de bu anlamların hepsini karşılıyor: herhangi bir kimseyi iletişimin, toplumun dışına çıkarmak. Biz reddetmek sözcüğünü seçtik ve toplumun reddettiği dedik. Toplumun dışladığı ya da dışlanmış da diyebilirdik veya yukarıdaki fiillerden köken alan herhangi birini kullanabilirdik. Sonuçta meramımızı anlattığımızı sanıyoruz. Adı ne olursa olsun ister toplumsal dışlama, ister toplumsal reddetme, bu fiil, buna maruz kalan insanda derin ruhsal yaralar açar. Bir insanı toplumsal olarak reddetmek, bir tür işkencedir ve işkence de insanlık onurunun bir gün mutlaka yeneceği bir insanlık suçudur.
Ruhsal hastalıklarla ilgili damgalama, dışlama ve ayrımcılıkla mücadele konusunda hepimize büyük görevler düşüyor. En önemlisi de, bir an önce ve sahici bir biçimde harekete geçmek…
Okuduğumuz her kitap bizde olumlu ya da olumsuz bir iz bırakır. “Toplumun Reddettiği: Ruhsal Hastalığı Olan İnsanlara Karşı Ayrımcılık” kitabı sadece olumlu bir iz bırakmakla yetinmedi; damgalama, dışlama ve ayrımcılık karşıtı mücadelemizde bizi cesaretlendirdi ve bir tür manifesto işlevi üstlendi. Ana yapısı itibarıyla akademik olan bir kitabın, toplumda yaşayan herhangi bir insanın duygularına ve düşüncelerine dokunabilmesi az bulunur bir özelliktir. Thornicroft bu kitabında bunu başarmıştır. Yılların bilgi ve deneyim birikimi ışığında, bir yandan sorunu bizzat yaşayan insanların yaşadıkları acıyı ete kemiğe büründürüp sergilerken ve toplumu oluşturan her bir bireye sorumluluklarını hatırlatırken; diğer yandan konuyla ilgili bilim insanlarına öncelikleri, hassasiyetleri ve esas olarak yapılması gerekenleri işaret etmiştir.
Thornicroft'un temel mesajı, damgalama, dışlama ve ayrımcılıkla mücadele konusunda, doğrudan doğruya gerçekliğin bizatihi kendisine odaklanmak gerektiğidir. Günümüze dek gösterilen çabaların birkaç küçük istisna dışında, duygudan yoksun, bağlamdan kopuk, dolaylı ve varsayımsal niteliklerine dikkat çeken yazar, artık odağın damgalamadan ayrımcılığa bilinçli olarak aktarılması gerektiğini öne sürmektedir. Bunun sağlayacağı pek çok kazanım olacaktır. Belirleyici olan tutum değil, hayatın içindeki davranış biçimidir. Ne söylediğimiz ya da ne düşündüğümüzden çok, ne yaptığımızdır. Örneğin bir işverenin varsayımsal olarak ruhsal hastalığı olan birisini işe alacağını söylemesi değil, somut olarak işe alıp almadığı önemlidir. Böylesi “yaşayan” girişimler, ruhsal hastalığı olan insanlara ilişkin davranışların hangi müdahalelerle değişip değişmediğinin açık olarak sınanmasına olanak tanıyacaktır. Mesele, “zavallı deli”ye acıyarak yardım etme meselesi değildir. Yasalar önünde herkesin eşit olması ve bunun bağlayıcılığıdır. Ayrımcılık karşıtı politikalar ve hukuki girişimler herkes için eşit olarak yaşama geçirilmelidir. Ayrımcılık karşısındaki bakış açısı “damgalanan” kişiye odaklanmaktan çok, “damgalayan” kişiye odaklanan bir nitelik taşımalıdır. Bununla birlikte, ruhsal hastalığı olan insanlara dair adaletsizlik, haksızlık ve ayrımcılık konusundaki çalışmalarda, onların yaşadığı deneyimler yol gösterici olmalıdır.
Çeviri dili konusunda olabildiğince esnek olmaya çalıştık. Türkçenin bilim dili olarak varsıllaşması elbette çok önemli. Ancak ayrımcılık gibi hassas bir konuda anlaşılır olmak herşeyden daha önemli. Bu nedenle kendimizi serbest bıraktık, zorlamadık. Yeri geldi olanak dedik, yeri geldi imkan. Detay da dedik ayrıntı da. Etken de dedik, faktör de… “Mental Illness” teriminin karşılığı olarak, “akıl hastalığı” yerine “ruhsal hastalık “ sözcüklerini kullanmayı tercih ettik. Sadece kitabın adını Türkçe ifade ederken bile, bir seçim yapmak durumunda kalmak bizim için yeterince zorlayıcı oldu. “Shun” sözcüğünü Türkçede karşılayan, yakın duran, akrabalığı olan o kadar çok sözcük var ki, birini tercih etmek zorundaydık. Yine de bu akraba sözcükleri burada anmak yaralı olcaktır: Dışlamak, kaçınmak, yok saymak, görmezden gelmek, uzak durmak, hor görmek, hakir görmek, reddetmek, küçümsemek, nefret etmek, aşağılamak, tenezzül etmemek, tepeden bakmak, küçük görmek, iğrenmek, çekinmek, ihmal etmek, savsaklamak, boşlamak, aldırmamak, ilgisiz kalmak, karşı koymak, geri çevirmek, refüze etmek, çıkarıp atmak, kusmak, istememek, kabul etmemek, adam yerine koymamak, hiçe saymak, beğenmemek, uzak durmak… Nasıl? Hepsi yeterince olumsuz değil mi? Aslında dini bağlamda kullanılan “aforoz etmek” sözcüğü belki de bu anlamların hepsini karşılıyor: herhangi bir kimseyi iletişimin, toplumun dışına çıkarmak. Biz reddetmek sözcüğünü seçtik ve toplumun reddettiği dedik. Toplumun dışladığı ya da dışlanmış da diyebilirdik veya yukarıdaki fiillerden köken alan herhangi birini kullanabilirdik. Sonuçta meramımızı anlattığımızı sanıyoruz. Adı ne olursa olsun ister toplumsal dışlama, ister toplumsal reddetme, bu fiil, buna maruz kalan insanda derin ruhsal yaralar açar. Bir insanı toplumsal olarak reddetmek, bir tür işkencedir ve işkence de insanlık onurunun bir gün mutlaka yeneceği bir insanlık suçudur.
Ruhsal hastalıklarla ilgili damgalama, dışlama ve ayrımcılıkla mücadele konusunda hepimize büyük görevler düşüyor. En önemlisi de, bir an önce ve sahici bir biçimde harekete geçmek…