Düşünce yolculuğumuzu nereden başlatmalıyız? Bunu belirleyecek olan, şu ana kadar bize verili bilgiler mi yoksa kendi çabamızla elde edeceğimiz bilgiler midir? Yani, kabaca taklide dayalı bir yapının mensubu olarak mı hareket etmeliyiz yoksa bundan daha fazlasını isteyerek zorlu bir uğraşı mı tercih etmeliyiz? Kuşkusuz ilk öncüllerde dile getirilenler konforumuz açısından daha uygun görünüyor. Ancak, bu dünyada bulunuyor olmamız sadece bir konfor arayışı içinde olmayı mı yoksa her türlü zorluğa ve riskli yanlarına rağmen taşın altına elimizi sokmayı mı gerektiriyor? Varlık içerisinde farklı bir yere sahip olduğumuz varsayımı belirli bir oranda risk almamızı salık vermektedir. Bunu teolojik kabuller üzerinden değerlendirdiğimizde sadece bir tavsiyeyle değil, onun ötesinde bir zorunlulukla karşılaşırız. Çünkü geleneksel anlayışlar açısından farklılığımızı sağlayan bir görev omuzlarımıza yüklenmiştir. Bu görev ve akabinde dile getirilen sorumluluk “yaratılmışların en değerlisi” olmak gibi bir getiriye sahiptir. Ancak, nimet-külfet dengesi hesaba katıldığında gerekli bedelleri ödeyemeyenlerin “en değerli”nin diğer kutbundaki değersizliğe savrulmaları adeta kaçınılmaz hale gelmektedir. Kendisini teolojik çerçevenin dışında konumlandıranlar açısından da sonuçları itibariyle benzer bir durumu gözlemleyebiliriz. Kendi dışımızdan bize üstün bir paye verilmemiş olsa bile, göstereceğimiz gayretle bu payeyi kendimiz elde edebiliriz veya buna mecburuz. Şu veya bu şekilde kendimizi merkeze alan bakış açımızın sürekliliğinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü bizim dışımızdaki evrenin devasa büyüklüğü ve varlıktaki çeşitlilik gözlerimizi dış dünyaya çevirmekte ve henüz keşfedemediğimiz alanlar üzerine düşünmeye bizi sevk etmektedir. Öyleyse, söz konusu çeşitlilik içerisinde kendimize nasıl bir konum bulabiliriz yahut verili bilgiler bizi hangi yöne doğru ilerletir? Bu durum, varlığı belirli bir yapı içinde anlamaya çalışmamıza yol açar ve hiyerarşik tabakalar üzerinden bir değerlendirmede bulunmamıza yardımcı olur. Bu nedenle, bütün düşünce tarihi hiyerarşik bir konumlandırma üzerinden bir okuma yapmayı esas alan eğilimlerle doludur. Ancak, bu eğilimler homojen değildir ve her düşünür yahut ekol kendine mahsus bir bakış açısına sahiptir. Geleneksel düşünceler içerisinde gerek diğerleriyle olan benzerlikleri gerek özgün yanlarıyla İslam Düşünce Geleneğinin hatırı sayılır bir yeri vardır. Pek çok farklı tasnife konu olmakla birlikte İslam Düşüncesinin felsefe, kelam ve tasavvuf olmak üzere üç temel alana ayrıldığı ifade edilir. Ancak, bazı farklılıklarla birlikte konuları, yöntemleri ve gayeleri açısından birbirine oldukça yakın olan bu alanlar, zaman zaman iç içe geçen bir yapıya bürünürler. Hatta bu alanlarda faaliyet yürüten düşünürlerin kimi zaman hangi alana dâhil edilecekleri hususunda bir kafa karışıklığı yaşayabiliriz. Bu çalışmada genelde varlığın, özelde insanın anlaşılmasına ve konumlandırılmasına yönelik olarak, İslam düşünce geleneğindeki üç alanın görüşleri ele alınmaya çalışılmıştır. Bu geleneğe mensup olan düşünürlerin tümünün görüşlerinin incelenmesi bir kitabın hacmine sığdırılamayacağından dolayı, bahsi geçen üç alanda temayüz etmiş üç düşünür İbn Rüşd, Fahreddin er-Râzî ve Molla Sadrâ’nın yaklaşımlarına odaklanılmıştır. Bu isimler belirlenirken, felsefe ile olan iştigalleri ve yakınlıkları belirleyici olmuştur. Bu çerçevede, düşünürlerin görüşleri felsefenin üç temel alanı olan varlık, bilgi ve değer açısından irdelenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, onların hiyerarşik yapılanmanın ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik boyutlarına yönelik değerlendirmeleri üzerinden bir kurgu yapılmıştır. Çalışma ana hatlarıyla odaktaki düşünürlerin fikirleri üzerinde etkileri bulunan ve hiyerarşiye ilişkin görüşleri dikkat çeken bazı filozof ve ekollerin değerlendirmelerini içeren bir giriş ve üç düşünürün anlayışlarını ayrı ayrı ve ayrıntılı bir şekilde ele alan üç bölümden oluşmaktadır.
Düşünce yolculuğumuzu nereden başlatmalıyız? Bunu belirleyecek olan, şu ana kadar bize verili bilgiler mi yoksa kendi çabamızla elde edeceğimiz bilgiler midir? Yani, kabaca taklide dayalı bir yapının mensubu olarak mı hareket etmeliyiz yoksa bundan daha fazlasını isteyerek zorlu bir uğraşı mı tercih etmeliyiz? Kuşkusuz ilk öncüllerde dile getirilenler konforumuz açısından daha uygun görünüyor. Ancak, bu dünyada bulunuyor olmamız sadece bir konfor arayışı içinde olmayı mı yoksa her türlü zorluğa ve riskli yanlarına rağmen taşın altına elimizi sokmayı mı gerektiriyor? Varlık içerisinde farklı bir yere sahip olduğumuz varsayımı belirli bir oranda risk almamızı salık vermektedir. Bunu teolojik kabuller üzerinden değerlendirdiğimizde sadece bir tavsiyeyle değil, onun ötesinde bir zorunlulukla karşılaşırız. Çünkü geleneksel anlayışlar açısından farklılığımızı sağlayan bir görev omuzlarımıza yüklenmiştir. Bu görev ve akabinde dile getirilen sorumluluk “yaratılmışların en değerlisi” olmak gibi bir getiriye sahiptir. Ancak, nimet-külfet dengesi hesaba katıldığında gerekli bedelleri ödeyemeyenlerin “en değerli”nin diğer kutbundaki değersizliğe savrulmaları adeta kaçınılmaz hale gelmektedir. Kendisini teolojik çerçevenin dışında konumlandıranlar açısından da sonuçları itibariyle benzer bir durumu gözlemleyebiliriz. Kendi dışımızdan bize üstün bir paye verilmemiş olsa bile, göstereceğimiz gayretle bu payeyi kendimiz elde edebiliriz veya buna mecburuz. Şu veya bu şekilde kendimizi merkeze alan bakış açımızın sürekliliğinden söz etmek mümkün değildir. Çünkü bizim dışımızdaki evrenin devasa büyüklüğü ve varlıktaki çeşitlilik gözlerimizi dış dünyaya çevirmekte ve henüz keşfedemediğimiz alanlar üzerine düşünmeye bizi sevk etmektedir. Öyleyse, söz konusu çeşitlilik içerisinde kendimize nasıl bir konum bulabiliriz yahut verili bilgiler bizi hangi yöne doğru ilerletir? Bu durum, varlığı belirli bir yapı içinde anlamaya çalışmamıza yol açar ve hiyerarşik tabakalar üzerinden bir değerlendirmede bulunmamıza yardımcı olur. Bu nedenle, bütün düşünce tarihi hiyerarşik bir konumlandırma üzerinden bir okuma yapmayı esas alan eğilimlerle doludur. Ancak, bu eğilimler homojen değildir ve her düşünür yahut ekol kendine mahsus bir bakış açısına sahiptir. Geleneksel düşünceler içerisinde gerek diğerleriyle olan benzerlikleri gerek özgün yanlarıyla İslam Düşünce Geleneğinin hatırı sayılır bir yeri vardır. Pek çok farklı tasnife konu olmakla birlikte İslam Düşüncesinin felsefe, kelam ve tasavvuf olmak üzere üç temel alana ayrıldığı ifade edilir. Ancak, bazı farklılıklarla birlikte konuları, yöntemleri ve gayeleri açısından birbirine oldukça yakın olan bu alanlar, zaman zaman iç içe geçen bir yapıya bürünürler. Hatta bu alanlarda faaliyet yürüten düşünürlerin kimi zaman hangi alana dâhil edilecekleri hususunda bir kafa karışıklığı yaşayabiliriz. Bu çalışmada genelde varlığın, özelde insanın anlaşılmasına ve konumlandırılmasına yönelik olarak, İslam düşünce geleneğindeki üç alanın görüşleri ele alınmaya çalışılmıştır. Bu geleneğe mensup olan düşünürlerin tümünün görüşlerinin incelenmesi bir kitabın hacmine sığdırılamayacağından dolayı, bahsi geçen üç alanda temayüz etmiş üç düşünür İbn Rüşd, Fahreddin er-Râzî ve Molla Sadrâ’nın yaklaşımlarına odaklanılmıştır. Bu isimler belirlenirken, felsefe ile olan iştigalleri ve yakınlıkları belirleyici olmuştur. Bu çerçevede, düşünürlerin görüşleri felsefenin üç temel alanı olan varlık, bilgi ve değer açısından irdelenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda, onların hiyerarşik yapılanmanın ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik boyutlarına yönelik değerlendirmeleri üzerinden bir kurgu yapılmıştır. Çalışma ana hatlarıyla odaktaki düşünürlerin fikirleri üzerinde etkileri bulunan ve hiyerarşiye ilişkin görüşleri dikkat çeken bazı filozof ve ekollerin değerlendirmelerini içeren bir giriş ve üç düşünürün anlayışlarını ayrı ayrı ve ayrıntılı bir şekilde ele alan üç bölümden oluşmaktadır.